27 Temmuz 2016 Çarşamba

beyzbol efsanesi Ted Williams



Amerikan beyzbol sporunun efsanevi oyuncusu olan Ted Williams'ın ölümü, çocukları arasında kavgası başlattı. Williams'ın kızı, babasının yakılmak istediğini söylerken, oğlu babasının cesedini dondurdu. İddiaya göre, oğul John Henry'nin asıl amacı, babasının DNA'larını satarak zengin olmak.

Boston Red Sox'ın unutulmaz oyuncusu Ted Williams 83 yaşında öldükten sonra cesedinin yakılmasını istediği belirtilirken, oğlu John Henry, babasını Arizona'daki özel bir kuruluşa yollayarak eksi 320 derecede dondurttu. John Henry Williams'ın, tıp biliminin gelişmesiyle babasının yeniden hayata dönebileceğini ya da klonlanması için babasının DNA'sını yüksek fiyatla satabileceğini düşünerek hareket ettiği ifade ediliyor.



Williams'ın kızı Joyce Ferrel Williams, kardeşinin kendisine sormadan babasını
dondurttuğunu ve öldüğünü bile bildirmediğini kaydederek dava açacağını duyurdu. Joyce Ferrel Williams, kardeşini, babasının DNA'sından zengin olmaya çalışmakla suçladı. Williams'ın DNA'larının satışa çıkartılması halinde büyük rağbet göreceği belirtiliyor.

Boston Herald Gazetesi ise, dondurulmayı Ted Williams'ın istemiş olabileceği ihtimalini ortaya attı. Gazetenin haberine göre, Willams bunu oğlu ile planlamış bile olabilirdi. Gazete, adını vermediği bir kaynağın, ‘‘Ted Williams bilime áşıktı. Kararını verdiği her şeyi de yapardı’’ dediğini yazdı. Ancak, Boston Red Sox'ın eski sahibi Heywood Sullivan, ‘‘Ted, kesinlikle yakılmak istiyordu’’ dedi. ABD'nin Florida Eyaleti'nde Ted Williams'ın adını taşıyan bir müze bulunuyor. Müze, Ted Williams'ın ölüm haberi üzerine, ziyaretçi akınına uğradı ve çiçek bahçesine dönüştü.

Ted Williams'ın dondurulmuş cesedi, Alcor şirketinin bu binasında muhafaza ediliyor. Şirket Başkanı Linda Chamberlain, cesetlerin sıvı nitrojen dolu tanklarda saklandığını açıkladı.

Reinhold Messner ( aman Allahım çok yakışıklı )

Reinhold Messner en başarılı ve tanınmış dağcılardan biridir. 1978 yılında Peter Habeler ile birlikte ve oksijen tüpü kullanmadan Everest Dağı'nın zirvesine ilk tırmanan, aynı zamanda Sekizbinlikler olarak adlandırılan 8000 metrenin üzerinde yüksekliği olan 14 zirvenin tümüne tırmanan ilk insandır.
 1970 ila 1986 yılları arasında gerçekleştirdiği bu tırmanışların hiçbirinde oksijen tüpü kullanmamıştır. 1978 yılında tek başına Nanga Parbat zirvesine ulaşan ilk dağcıdır. 1986 yılında Seven Summits'de ikinci olmuştur. 1989-1990 yıllarında (Arved Fuchs)ile Antarktika'yı, 1993 yılında Grönland'ı 2004 yılında da Gobi Çölü'nü geçmiştir.

 I. Dünya Savaşı'ndan sonra Avusturya'dan İtalya'ya kalan Güney Tirol Eyaletinde yaşayan dağcı, 1999-2004 arasında İtalyan Yeşiller Partisi'nden Avrupa Parlamentosu milletvekilliği yaptı.




Reinhold Messner’den Neler Öğrenebiliriz?


1. Birden Fazla Hayat Yaşayın: Reinhold Messner bir dağcı. Orası kesin! Evet ama uzmanlık alanı matematik, kitaplar yazıyor ve bir dönem Avrupa Parlementosunda milletvekiliği de yaptı. Ama o bir dağcı.

Temeli bu. Kendi deyişiyle “birden fazla hayatı” olması, onun farklı yönlerinden ileri gelmiyor; hayatını çeşitli dilimlere bölmesinden dolayı böyle bu! Hayatına öyle bakıyor.

Örneğin, kardeşini kaybettiği ve altı ayak parmağının donduğu Nanga Parbat zirve çıkışı, onun için bir dönemin sonu ve yeni bir hayatın başlangıcı. Messner’in ayak parmaklarının donması onun kaya tırmanışlarında eski becerilerini sergilemesine engel oluşturuyor, o da dağcılık macerasına yeniden yön veriyor.

Messner, ne zaman bir engelle karşılaşsa bunu hayatında yeni bir dönem açmak için fırsat olarak görüyor. Hayatının ilerleyen yıllarında, artık dağlara eskisi kadar çıkamayacak kadar yaşlandı mı, “bir dağcılık müzesi kurmanın zamanı gelmiştir” diyor ve bir müze kuruyor.

2. İmkânsıza Meydan Okuyun:  Messner, insanın ancak imkânsıza meydan okuyarak geliştiğine, insan ruhunun bu sayede derinleştiğine inanmaktadır. Ona göre “Eğer bir dağ tehlikeli değilse, o artık bir dağ değildir.”

Bazı dağcılar, doğaseverler bu söze katılmayacaklardır. “Dağ, dağdır” diyeceklerdir haklı olarak. Ama Messner, ortaya attığı bu sözü derinleştirir: “Herkes kendi dağlarına tırmanmalı, herkes kendi zirvesine ulaşmaya çalışmalıdır.” Messner’in dünyasında bir dağ yeterince zorlu değilse, kişiyi yeterince geliştirmeyecektir. Çünkü insan kendini ancak uç durumlarda tanır, keşfeder. Dağa çıkmak onun için sadece çeşitli coğrafyalar üzerinde seyahat etmek değildir; dağa çıkmak, kendi ruhunun derinliklerine inmektir.

3. Engelleri Aşın ve Bunun İçin Gerekirse Porsche’nizi Satın: Messner, Everest’e tek başına, bir ekip arkadaşı olmadan çıkmak ister. Bunun için Nepalli makamlara başvurur ve reddedilir. Nepalli yetkililer, Everest’e tek kişilik çıkış izni vermiyor, bunu çok tehlikeli buluyorlardır. Bunun üzerine Everest’e (bir sınır dağıdır Everest) Çin üzerinden çıkmak ister. Çin’e yaptığı başvuru olumludur. Ancak bir sorun vardır. Soğuk Savaş yıllarıdır ve Çin hükûmetinin bürokratik kuralları esnek değildir. Kalabalık bir dağcı grubunun Everest’e tırmanmak için ödeyeceği parayla, tek kişinin ödeyeceği para aynıdır.

Messner, “zengin bir adam değildim” diyor ve gülümseyerek ekliyor “Evde kullanmadığım ne varsa sattım. Bir de arabamı. Bir Porsche’m vardı.”

Messner, elinde ne var ne yok satıp paraya çevirir. Üstelik zirveye çıkması garanti değildir. Ne garantisi, ucunda ölüm bizi bekliyor olabilir!

Messner şöyle diyor: “Kendi dağlarınızın zirvelerine çıkın!”

4. İsteklerinizin Peşinden Gidin: “Ben çok şanslıyım. Rüyalarımın çoğunu gerçekleştirdim.” diyor Messner. Elbette belli bir tevazu ve bilgelik var bu sözde. Durumu şansla açıklanamaz. Messner, “Güçlü istek duyduğunuz şeyleri yaparsanız başarılı olursunuz. Çünkü güçlü istek duyarsanız motivasyonunuzu kaybetmezsiniz, diye düşünüyor Messner:

“Motivasyon, para verip satın alabileceğiniz bir şey değildir. Motivasyon, size arkadaşlarınızdan verilecek bir hediye de olamaz. Kendiniz için doğru olanı yaptığınızı düşünürseniz, bunun için güçlü bir istek duyarsınız. Motivasyon, kendiniz için doğru olanı yaptığınıza inanmakla ilgili bir şey!”

Şimdi, hemen şu soruyu sorun kendinize: Rüyalarınızı gerçekleştirme yolunda ilerliyor musunuz?

5. Hareketsiz Kalmayın, Başlayın:  Rusya’yı bir uçtan diğerine geçmeyi planlıyorlardı. Ancak hava daha ilk haftadan son derece kötü olunca beklemeyi tercih ediyorlar. Messner, “Bekledikçe korktuk. Korktukça daha çok bekledik ve bir türlü harekete geçmedik.” diyor ve ekliyor “Oysa bir şeye başlayınca, harekete geçince korkunuz azalır. Biz de harekete geçmeye karar verdik.”

Bir başka bilge, bir seyyah, Robert M. Pirsig ne diyordu?

“Düşününce çok zor, yapınca çok kolay!”

6. Başarısız Olun: Çok başarılı olmak istiyorsanız, başarısızlığı sık sık tecrübeye etmeye hazır olmalısınız. Bunu birçok kişinin ağzından duyarsınız. Ama birçok başarılı insan bu sözü söylese bile insanların birçoğu onların ne demek istediğini anlamaz. Onların aşırı tevazu gösterdiklerini ya da başarılı olmanın verdiği rahatlık ve güvenle konuştuklarını falan düşünürler. Oysa başarısız olmayı tecrübe etmek üzerine söylenenler gerçektir, denilenler doğrudur.

8000 metre üzerindeki Himalaya macerasında 31 tırmanış yapar Messner. Bunlardan 18’i başarılı 13’ü başarısız olmuştur. Başarı zirve yapmaksa –ki öyledir Messner için- 13 başarısız girişime imza atmıştır. Bu zirve tırmanışları sırasında dünyanın en yüksek beşinci dağına yaptığı ilk üç tırmanış çabası da başarısız olmuştur Messner’in, ancak dördüncü seferde başarıyı tatmıştır.

7. Düştüğünüzde Kalkmayı Bilin: Seneca, Romalı bir Stoacıdır. Messner, kuzey bölgesinden İtalyan bir dağcı. Felsefeleri aynı: “Yüreği yılmadan düşen, dizleri üzerinde de savaşır.”

Messner, Seneca gibi savaşmaktan söz etmese bile “düşenin, dizleri üzerinden doğrulması gerektiğini” söylüyor, buna inanıyor.


“Birçok dağcıdan daha yetenekli ya da daha iyi değildim. Ama birçoğundan daha fazla mücadeleciydim. Düştüğümde kalkmanın bir yolunu buluyordum.”

‘‘Zapt etme’’ (holding) terapisi ve Candace Newmaker

Amerikalı iki psikoterapist, bir kız çocuğunu zapt etme metoduyla yeni ailesine ısındırmaya çalışırken boğularak ölümüne neden oldular.

Amerika'da, evlatlık verildiği aileye yakınlık duymasını sağlamak istedikleri 10 yaşındaki çocuğun ölümüne neden olan psikoterapist Connell Watkins ve yardımcısı Julie Ponder yargılanmasına başlandı. Geçtiğimiz nisan ayında Candace Newmaker adlı çocuğun ölümüyle sonuçlanan ve videoya alınan olay şöyle gelişti:

Yastıklarla bastırdılar

‘‘Zapt etme’’ (holding) terapisi sırasında Candace rahim ortamı sağlayan çarşaflara sarıldı ve 70 dakika boyunca yastıklarla bedenine bastırıldı. Çocuk nefessiz kalınca haykırmaya başladı. Kusan ve altını pisleten küçük kızın, çarşaf açıldığında nefes almadığı görüldü. Yoğun bakıma alınan Candace ertesi gün yaşamını yitirdi.

Öfkesini çıkaracaktık

‘‘Çocuklara zalimce kötü muamele sonucunda ölüme sebebiyet vermekle’’ suçlanan iki terapist hakkında dava açıldı. Zapt etme terapisini, 1970'li yıllarda yetim çocuklar için çalışırken öğrendiğini söyleyen Watkins, ‘‘Terapi sırasında patron ben oluyorum. Hastalar böylece bastırılmış öfkelerinden kurtuluyorlar ve yeniden doğuyorlar. Böylece çocuğun öfkesini çıkaracaktım’’ diye ifade verdi.

Trajik bir kaza

Yardımcısı Ponder'in de benzeri ifade verdiği duruşmada savunma avukatları küçük kızın ölümünü ‘‘Trajik bir kaza olarak’’ nitelediler. Watkins'in eski hastalarından bazıları da tanıklık yaparak onun tedavisinden yararlandıklarını söylediler. Klinik psikoloğu ise mahkemeye, hastaları terapi sırasında zapt etmenin tehlikeli olmadığını ve Amerikan Psikoloji Kurumu'nun etik yasalarına aykırı bulunmadığını bildirdi.

Ayn Rand Ve Atlas Vazgeçti



Amerika' yı İncil' den sonra en çok etkileyen kitap.

Ayn Rand (2 Şubat 1905 – 6 Mart 1982, ilk adı Alissa Zinovievna Rosenbaum), kurduğu objektivizm felsefesi ve yazdığı Yaşamak İstiyorum (We the Living), Ben (Anthem), Hayatın Kaynağı (The Fountainhead) ve Atlas Silkindi (Atlas Shrugged) kitapları ve objektivizm felsefesiyle tanınan düşünür-yazar.

Felsefesi ve kitapları kendi bireycilik, rasyonel bencillik ve kapitalizm mefhumlarını vurgular. Devletin özgür bir toplumda yasal ama minimal bir role sahip olduğuna inanan Rand, bir anarşist değil ama bir minarşist‘tir. (bu tanımı kendi kullanmamıştır.)

Romanları kendisine özgü oluşturduğu bir kahramanın tanıtımını merkez alır, Kahraman kendi yeteneği özgünlüğü ve bağımsızlığı yüzünden toplumla çatışır, ama bu çatışmalar onun hataları yüzünden değil, rasyonel davrandığı ve yürekten gelen bir şekilde kendi çıkarı için çalıştığı için olur. Rand’a göre rasyonel düşünen akıllar için çatışma söz konusu değildir. Kahraman yine de idealleri doğrultusunda devam eder. Rand bu kahramanı ideal insan olarak görür ve literatürünün bu tip insanlar için bir tanıtım yeri olmasını amaç edinir.

O’na göre,

  • İnsan değerlerini ve hareketlerini mantık kullanarak seçmelidir,
  • Bireylerin kendilerini başkaları için feda etmeden ve aynısını başkalarından beklemeden kendi amaçları için yaşamaya hakları vardır,
  • Kimsenin bir başkasının haklarına güç kullanarak tecavüz etmeye ya da güç kullanarak ona kendi fikirlerini empoze etmeye hakkı yoktur.

Üç kalın ciltten oluşan Atlas Vazgeçti’nin İkinci kitabın 102.ci sayfasında baştan sonra oldukça ilginç bir PARA monoloğunun en ilgi çekici paragrafını paylaşmak istiyorum öncelikle:


“Parayı miras olarak devralmaya layık insan, ancak o paraya ihtiyacı olmayan insandır. Nereden başlarsa başlasın, nasılsa kendi servetini kazanabilecek olan insandır(1). Eğer mirasçı, o paraya denkse, para ona iyi hizmet eder, değilse para onu mahveder. Ama siz bu durumu seyreder, para onun ahlakını bozdu dersiniz. Yoksa O mu paranın ahlakını bozmuştur? Değersiz mirasyediye asla imrenmeyin. Onun parası sizin değildir, zaten o parayı siz de daha iyi kullanamazdınız(2). O para bize paylaştırılmalı, bir parazit yerine dünyada elli parazit olmalı, diye düşünmeyin(3). Bu da o servetin altında yatan ölmüş iyilikleri geri getiremez. Para köklerinden koparılınca ölen bir canlı güçtür. Kendine denk olamayan bir akla hizmet etmez(4). Bunun için mi ona kötü diyorsunuz?”

“Para sizin sağ kalma aracınızdır. Yaşam kaynağınız hakkında vereceğiniz hüküm, kendi hayatınız hakkında vereceğiniz hükümdür(5). Eğer kaynak kötü ve yozlaşmışsa, kendi hayatınızı lanetlemişsiniz demektir. Parayı sahtekarlıkla mı kazandınız* İnsanların günahlarına, aptallıklarına hizmet ederek mi kazandınız? Budalalara hizmet sunmakla, kendi yeteneğinizin hak ettiğinden fazlasını elde etmeyi mi umdunuz? Bu uğurda standartlarınızı mı düşürdünüz? Hor gördüğünüz müşteriler için, tiksindiğiniz(6) işler mi yaptınız? Eğer öyle yaptınızsa, o zaman paranız size bir anlık, bir kuruşluk sevinç bile getiremez. O zaman satın aldığınız tüm şeyler, size bir takdir değil, bir sitem haline gelir, bir başarıyı değil, bir ayıbı hatırlatır(7). O zaman avazınız çıktığı kadar para kötüdür diye bağırmaya başlarsınız. Size özsaygınızı geri getiremediği için mi kötüdür? Yozluğunuzun zevkini çıkarmanıza izin vermediği için mi? Paradan nefret etmenizin kökü orada mı yatıyor yoksa?(8)

“Para her zaman bir etki olarak kalacak, sebep haline gelip  sizin yerinizi hiçbir zaman almayacaktır(9). Para iyiliklerin ürünüdür, ama sizi iyi kılamaz, günahlarınızı telafi edemez. Para size hak etmediğiniz maddi ve manevi değerleri getirmez(10). Paradan nefret etmenizin nedeni bu mu acaba?”…

Çok uzun bir monolog olduğu için adım adım gidelim istiyorum, bu sebeple burada kestim şimdilik (sonra devam edeceğiz). Şimdiye kadar okuduğum en doğru, en zekice söylevlerden biriydi doğrusu; fakat bildiğim bir şey daha var ki; “her doğruyu çürütebilirim eğer çürütemezsem özgür olamam! Çünkü bu kez o doğru beni çürütür!” (Bu tespitim özellikle kendi doğrularımdan başlamayı gerektirir. Lütfen bu sözüm üzerine düşünün, yanlışsam beni ikna edin, lütfen. Böyle yapa yapa sizce nereye varabilirim?)

(1). Burada genetik birikimden bahsediliyor sanırım. Parayı kazanan ve onu sonraki nesle bırakan kişi bu beceriyi de kendi uzantısı nesle bırakmıştır. Ve tabi kişiliğin oluştuğu 0-6 yaş arasında o veliaht, kendisini seyredebilmiş olmalı aynı zamanda, çünkü başka türlü dünyayı ebeveyninin algıladığı gibi göremeyecektir. İşte zurnanın zırt dediği yer burası! Bu ebeveyn zaten çalışmaktan başka şeyden zevk almıyor (çünkü monoluğun esası bu temadır, yaptığı işi çok seviyor olmak ki bu da sevgi=ilgi ilkesi gereğince sadece yaptığı işle ilgileniyor anlamına gelir.) Bu durumda çocuğa kim bakıyor? Ona 0-6 yaş arasında %95 i tamamlanan görme hassasını kim veriyor?  Ben söyleyeyim;

a) Sırf güzel olduğu için ya da servet büyütmek amacıyla alınmış EŞ büyütecek çocuğu. Onun dünyayı kendi gibi algıladığı ne malum, ayrıca bu eş de çok meşgul olacak, neden mi? Kocasının/karısının kazandığı parayı harcama işi eşe kalmış olacak! Bu durumda EŞ de çocuğu büyütecek vakte sahip değil.

b) Böylece çocuğa dadı bakacaktır. Ve bu durumda çocuk ebeveynin değil dadının gördüğü dünyayla baş başa kalır! Komik ama gerçek budur. Hiç açlık çekmemiş olsa da muhtemelen doygunluk duygusu hissedemeyecektir. (Dadının fevkalade doygun bir genetiğe sahip olmuş olabileceği çok küçük olasılıkları devre dışı bıraktım şu an.) O veliaht ki: dadılar, şoförler, aşçılar ve uşakların algıladığı dünyaya ait biri olacağından, genlerinden gelen etki ile, çünkü bu karşıt bir etkidir, hayatı boyunca tatminsiz, tembel, ilgi aşıkı bir mirasyediye dönüşebilir. Yüksek oranda bu böyle olacaktır.

c) Üstelik bir de “aynı geni” taşımama riski var! Neticede kesin olan sadece annedir, onu da doğururken gördüğümüz için!

Serveti yapan nesil bazen çocuklarını gözünün önünde tutma hassasiyetini de biliyor olabilirler fakat bu maalesef altı yaşından çok sonra olduğu için, atı alan Üsküdar’ı geçmiş oluyor. Bu durumda söylevi yapan F. D’Anconia’yı, o mirasçının neden %100 e yakın bir oranda o paraya denk olamayacağını ispat etmeye çalıştık.

(2). Üçüncü cevapla ilintili olarak “siz ondan daha iyi kullanamazdınız” tespiti yüksek gerçekliğe sahip olsa da kesin olamayacağı da açıktır.

(3). E olsun bir parazit yerine varsın elli parazit olsun, bakarsın o elliden biri gerçek bir büyü-tü-cünün eline düşer de, o mirası-iyiliği tekrar yüceltecek kapasiteye kavuşur. Bu da bir ümit değil mi?

(4). Paranın canlı olduğu, ölmüş iyilikler vs hepsi çok doğru. Kendine denk olmayan birine hizmet etmediği çok çok doğru. Öyleyse bunu tez çürütmeliyim! J Bir parazit ya da elli parazit üzerinden yola çıktığımıza göre, her iki olasılıkta da paranın kendine denk olanı bulması pek şüpheli görülüyor. Bu durumda sorumluluğun genele yayılması çözümü öneriliyor. Basit bir tanımlama olarak “sosyal devlet” modeli bu gereklilikten ortaya çıkmış olabilir diyorum. Bu model bir hem hem ürünüdür bence. Neyin hem hem’i bu? Para kazanan ile onun mirasçısının bir mi elli mi parazit olacağı seçeneklerini birleştiren bi hem hem. (Bu konuya istenirse daha bi derin dalarız, şu an buralarda kaybolacak gibi oldum)

(5). Paranın amaç değil de sevinçle yapılan bir üretimin sonucu olduğu ana teması üzerinde yürür isek ve fakat her nasılsa(!) kafamızın içine tıkıştırılmış bir para ayıbı olduğu müddetçe kendi yaşam sevincimizi gömer duruma geliriz bu doğru.  (6). Hele yozlaşmış kaynaklarla bu işe yürüdüğünüz takdirde içinize atılmış olan para ayıbı günden güne büyüyen habis bir ur gibi zaten o mirası içten içe tüketecek ve yok edecektir.(7) Bu otomatik çalışan, sağlam bir sistem. Bazıları buna allahın adaleti derlerse de ben çok iddiasız bi şekilde fizik kuralı diyeceğim. Çünkü tam birbirine zıt iki yöne doğru aynı şiddette bir güçle yürümek için girişimdesiniz demektir L Yozluğun zevkini çıkarmak için size izin vermediği için paradan pardon kendinizden nefret etmeyin güzel kardeşlerim(8). Doğru çok doğruuuu! Hem’an çürütmeliyim: Eğer bu nefret olmasaydı, evrene yozluk hakim olabilirdi belki, küçük de olsa bir ihtimaldir bu. Fakat Allahtan bu nefret sadece bir parazit ve elli parazit seçeneklerinde var, parayı gerçekten kazananın böyle şeylerle uğraşacak vakti yok. O en sevdiği işe yatırmış kendini. Laf olsun diye kullanmıyorum bunu ben, gerçekten “kendini”! İçinde bi ayıp dürtüsü yok ki onun, tek yöne doğru kolayca hareket ediyor.

Gelelim sonuca (9 ve 10), para kendiniz/amaç olamaz, o sadece kendinizi ekip biçtiğinizde elde kalan üründür. Bu doğru da ne yapıp bunu çürütmeli? Bi düşünelim olmazsa L

Yine ikinci kitabın 136.cı sayfasında oldukça ilginç bir açıklama var. Devlet Bilim akademisinin başkanı Dr.Ferris, bir bilim adamı olmakla birlikte politikanın tam göbeğinde bir adam. Aşağıdaki konuşmayı idealist bir sanayici olan Rearden Metal sahibine karşı (ona yaptığı şantajı normal göstermek amacıyla) yapıyor:

“O yasalara sahiden uyulmasını mı istiyoruz sanıyordunuz?” diye devam etti Dr. Ferris. “Onların ihlal edilmesini biz istiyoruz. Doğru dürüst anlasanız iyi olur, karşınızda bir gurup okul izcisi yok. O zaman çağımızın güzel jestler çağı olmadığını da anlarsınız. Biz güç peşindeyiz ve bu konuda ciddiyiz. Siz küçük kumarbazlardınız, ama biz gerçek oyunu biliyoruz, bunu anlasanız iyi olur. Masum insanları yönetebilecek güç yoktur. Herhangi bir hükümetin tek kozu, suçluların tepesine binmektir. E, ortada yeterli sayıda suçlu yoksa, o zaman onları yaratmak gerekir. O kadar çok şeyi suç olarak ilan edersiniz ki, insanların yasaları ihlal etmeden yaşamaları mümkün olmaz. Bir ülke dolusu yasaya uyan halkı kim ister? Bundan kimin ne çıkarı olabilir? Ama çıkardığınız yasalar, uyulamaz, uygulanamaz, nesnel olarak yorumlanamaz şeylerse, o zaman bir ülke dolusu yasa ihlalcisi yaratırsınız. Ondan sonra da suçluluktan para kazanmaya başlarsınız. Sistem bu, Bay Rearden, “Oyun bu”. Bunu bir kere anladınız mı, sizinle iş görmek çok daha kolaylaşmış olur.”

Her devirde hemen hepimizin bildiği şeyler olmasına rağmen, yukarıdaki söylevi ara ara kendimize hatırlatmakta yarar olduğunu düşünüyorum.

Dr. Duncan Macdougall' ın Ölü ağırlık deneyi

Dr. Duncan 1866 yılında ABD’de dünyaya gelmiştir. Dr. Duncan kendisine göre inançlı bir kişidir, tanrıya ve incile inanır ama aklında dönüp duran bazı sorular vardır ve o sorulara cevap bulamazsa şüpheye düşeceğini düşünmektedir. Bu sorulardan en can alıcısıda İncilde bahsedilen ruh kavramıdır. Dr Duncan’a göre insanun ruhu varsa bu ruhunda bir ağırlığı olmalıydı ve biz ölünce ruhumuz bedenimizden ayrıldığı için ağırlığımızda bir kısım hafiflemede olmalıydı. Bu konu hakkında çalışmalarına çok geçmeden başladı, ölürken insanların ağırlıklarını ölçmeliydi bunun daha garantili bir yolu yoktu. O dönemdeki tartı mekanizmaları çok ağır yükleri ölçmek için idealdi ama çok küçük değişimleri kaydetmesine olanak sağlamıyordu ve çok daha hassas bir terazi yapmayı başarmıştı.Askıya asılan bir karyolanın ağırlığı, üzerindekilerle birlikte beş gramlık hata payıyla ölçebiliyordu. Ama hala çok büyük bir sorunu vardı bu deneyde denek olmayı isteyecek bir kişi bulması imkansız gibi görünüyordu. En uygun kişiler hastalıkları yüzünden iyice halsiz düşen ve ölümleri kas hareketlerine bağlı olmayanlar. Çünkü terazi ancak bu şekilde dengede tutulabildiği için en küçük ağırlık kaybı hemen farkedilebiliyor. ‘ diye yazmıştı Dr. Duncan, American Medicine dergisine.

Dr. Duncan’ın bu deneyleri Haber New York gazetesinde bile yayımlanacak kadar önemli görülmüştü. 11 Mart 1907 tarihindeki gazetenin beşinci sayfasında yayımlanan haberin manşeti: ‘Doktor ruhun ağırlığı olduğuna inanıyor. ‘ şeklinde verilmişti.

Örneğin akciğer iltihabı yüzünden ölenler, terazinin dengesini bozabilecek kadar mücadele edebilecekleri için hiç uygun değildi. Bu yüzden hayattaki son anlarını mümkün olduğu kadar sakin geçiren tüberküloz hastaları en uygunlarıydı. Dr. duncan bu hastaları Cullis-free-home Akciğer Tedavi merkezinden buldu.Ölmekte olan ilk hastasını Dr. Duncan bir akşam 17.30 sularında ruh terazisine yatırdı. Hasta üç saat 40 dakika sonra son nefesini verdiği anda terazinin kolu duyulabilir bir sesle yükseldi. Dr. Duncan teraziyi dengelemek için 2 metal doların ağırlığından yararlandı. ve bunların ağırlığı 21 gramdı. Pek çok kaynak 21 gram ifadesini kullanmış olsada bu deneyi Dr. Duncan’dan başka yapan bir bilim adamı olmadığı ve Dr. Duncan’ın deneyini ispatlar nitelikte bir görgü tanığı olmadığı için hala bizim için bir efsane niteliği taşıyor. Diğer denekerde daha karmaşık sonuçlar aldı,birinde ağırlığında değişme olmadı. Diğerinde ağırlık 2 kez arttı sonra azaldı.

Bazı kaynaklara göre hemşirelerin deneylere devam edilmemesini istemesi, bazı kaynaklara göre de bulunduğu çevredeki kıskananların deneyleri durdurması üzerine Tedavi Merkezi Dr. Duncan’ın deneylerini durdurdu.

Ama bu olaylar Dr. Duncan’ı durdurmadı

Bazı kaynaklara göre Dr. Duncan’ın bundan sonraki hedefi sokakta başı boş gezen hayvanlardı. Bizim ikna olmamız için Dr. Duncan’ın deney sonuçları belki yeterli değil ama onun için yeterliydi ve bir diğer aşamaya geçmeye hazırdı.  Sokak köpeklerini zehirleyip ağırlıklarını tarttığıyla ilgili bir çok söylenti var o söylentilere göre Dr. Duncan köpeklerin ağırlıklarında her hangi bir değişme saptamamıştır ve ‘ Ne var ki haraket etmelerini önleyecek bir hastalağa sahip köpeklere ulaşma şansım olmadı.’ diye bu durumdan yakınmıştır.

Konu daha sonra Sean Penn'in başrolünü oynadığı '21 Gram' filminde de işlendi.

21 Temmuz 2016 Perşembe

Katil Dağ Nanga Parbat

Nanga Parbat, Pakistan’ın Kaşmir bölgesinde,  Himalayaların batısında, Karakurum sıradağları üzerinde yer alır ve 8.126 metre yüksekliği ile dünyanın 9. yüksek dağıdır. Adı Urduca çıplak dağ anlamına gelir. Dünyanın tırmanması en zor dağlarından biridir, bu nedenle Katil Dağ olarak ta bilinir.

Nanga Parbat, üçgen piramit şeklinde bir dağdır. Yani üç yüzlüdür, Diamir, Raikhot ve Rupal. Bunlardan güney/güney doğu yüzündeki Rupal Duvarı, 4600 metrelik yüksekliği ile dünyanın en yüksek dağ duvarıdır. Bu nedenle Nanga Parbat, kendinden daha yüksek pek çok 8.000 lik dağdan daha iyi bilinir.




Nanga Parbat’a ilk tırmanma girişimi, 1895 yılında İngiliz dağcı Albert F. Mummery tarafından yapıldı. Diamir yüzünden6.500 metreye kadar  tırmanmayı başardılar. Ancak daha sonra Rakhiot yüzünden yaptıkları denemede Mummery ve beraberindeki 2 Gurka öldü.

1930 lu yıllarda Nanga Parbat, Alman dağcıların ilgi odağı oldu. Çünkü Tibet sadece İngilizlere açıktı ve bu nedenle Alman dağcılar Everest’i deneme şansı bulamıyorlardı.



Rupal Duvarı ve üstünde bir dağcı.

1932 yılında Willy Merkl liderliğinde, Nanga Parbat‘a ilk Alman ekspedisyonu düzenlendi. 7 si Alman, 1’i Amerikalı 8 çok güçlü dağcıdan oluşan bir grup olmalarına rağmen, Himalaya dağcılığındaki deneyimsizlik, kötü hava şartları ve kötü planlama (hamal azlığı) nedeniyle başarılı olamadılar.

Merkl, 1934 yılında Nazilerin desteğinde ikinci bir Nanga Parbat ekspedisyonu planladı. Daha ekspedisyonun başında Alfred Drexel, yüksek irtifa akciğer ödeminden öldü. 6 temmuzda, Peter Aschenbrenner ve Erwin Schneider 7895 metreye kadar ulaştılar. Ancak yaklaşan fırtına nedeniyle geri döndüler. Ertesi gün onlar ve 14 kişi daha 7480 metrede çok ağır bir fırtınaya maruz kaldılar. Willy Merkl, Uli Wieland , Willo Welzenbach ve 6 Şerpa öldü. Diğerleride çok ciddi soğuk ısırıklarına maruz kaldılar.

1937’de Karl Wien tarafından bir ekspedisyon düzenledi. Rakhiot yüzünden yaptıkları tırmanışta,  IV. kampta iken gelen bir çığ,  Alman dağcıların tamamı ve Şerpalar da olmak üzere, toplam  16 kişinin ölümüne neden oldu.

1938 yılında Alman ekspedisyonları devam etti. Bu ekspedisyonlardan birinde yer alan Heinrich Harrer‘in, II. Dünya Savaşı’nın patlaması üzerine kaçışı, ”Tibet’te Yedi Yıl” adı altında hem kitaplaştırıldı, hem de filme alındı.

Nanga Parbat’a ilk çıkış, 1953 yılında, bir Avusturya-Alman ekspedisyonundan, Avusturyalı dağcı Hermann Buhl tarafından, 3 Temmuz günü Rakhiot  yüzünden yapıldı.

Bu dağın Türk çıkışı henüz yapılmamıştır. Tunç Fındık’ın 2013 yılındaki denemesi, ana kampı Talibanlı milislerin basarak 11 kişiyi öldürmeleri ile yarım kaldı. Tunç Fındık, bir İranlı dağcı ile beraber 2. kampta bulunması nedeniyle kurtuldu.