7 Eylül 2016 Çarşamba

Tanrı geni

Tıp araştırmacısı David comings ve meslektaşları, yenilik arayışıyla bağlantılı genleri araştırırken DAD4 geninin  maneviyatla ilişkisini ilk kez ortaya koydular.

Daha sonra Ulusal kanser Enstütüsü genetik uzmanlarından Dean Hamer, onların araştırmasını daha ileriye götürdü ve risk alma davranışıyla bağlantıyı gösterdi.

Çoğumuzun 1.kromozomda DAD4 geninin 4 ila 7 kopyasını taşırız. ama bu bazılarında 2 yada 3 e inerken, bazılarında ise 8 ila 11 e çıkar. DAD4 geni kopyalarının daha fazla olması dopamin seviyesini düşürerek insanları dopamin açığını yapay yoldan gidermek amacıyla daha büyük riskler almaya yöneltir.
Yüksek yerlerden paraşütle aşağıya atayış bunun yollarından biridir; ama Las Vegas ya da Wall  Street' te yüksek riskli kumar da ayı işi görebilir. Hamer bu hipotezi test etmek üzere, önce deneklere yenilik ve heyecan arzusunu ölçen bir anket uyguladı ve yüksek yerden atlayıcıların çok yüksek puana ulaştığını gördü. Ardından 11. kromozomlarından birer DNA örneği aldı ve risk alma anketinden yüksek puan alanlarda DAD4 geni kopyalarının normal insanlara oranla daha fazla olduğunu saptadı.
Risk alma davranışlarından dinsel inanç konusuna geçen Hamer, dopaminin itikatta devreye girme olasılığı üzerinde durdu ve vardığı sonuçları Tanrı Geni adını taşıyan tartışmalı bir kitapta yayımladı.

Ayrıca, bu konuda dopaminle ilişkili başka bir geni daha ortaya atar; VMAT2 ( veziküler monoamin taşıyıcı 2 ) adlı bu gen, seretonin, adrenalin, norepinefrin ve dostumuz dopaminin akışını düzenler.

Hamer sigara bağımlısı kardeşleri kapsayan b,r ver, tabanından yola çıkarak, bağımlı kişilikle bağlantılı bir aile genetiğinin bulunup bulunmadığını öğrenmek istedi; bu amaçla deneklerine uyguladığı psikolojik anket dizisinde, öz-aşkınlık dene kişilik özelliğini içeren bir test de vardı.

İlk kez Washington Üniversitesi psikiyatrlarından Robert Cloninger' in saptadığı üzere, öz-aşkınlık testinde, yüksek puan alan insanlar genellikle "kendini unutma" ( bir uğraşa kendini tamamen kaptırma ), "ben - ötesi özdeşleşme" ( kendini daha geniş bir dünyaya bağlı hissetme ) ve "mistisizm" ( duyu ötesi algı gibi kanıtlanamaz şeylere inanmaya yatkın olma ) yönünde bir eğilim gösterir.

Cloninger' e göre, bu ölçülerin toplamı bize maneviyat diye düşündüğümüz kavrama benzer bir şeyi verir. Lindon Eaves ve Nicolas Martin' in ikiz çalışmalarında öz-aşkınlığın ( bütün ayırıcı kişilik özellikleri gibi ) kalıtsal olduğunun ortaya çıkarılması nedeniyle, Hamer 1000 den fazla kişinin DNA yapılarını ve kişilik ölçülerini analiz etti ve öz-aşkınlık testinde yüksek puan alanlarda VMAT2 geninin dopamin arttırıcı bir çeşidinin bulunduğunu saptadı. Peki, bu gen, öz-aşkınlığa ve maneviyata nasıl yol açar?

VMAT2, nöron hücre gövdesi içindeki sıvıdan nöron dentritlerinin uçlarındaki sinaps keseciklerine monoamin  - sinir iletici dopamin, norepinefrin ve seretonin gibi, tek amino grubu içeren bir amin - taşıma işlevini gören bütünleşik bir zar proteinidir. Bu dentritler ( tam olmasa bile ) neredeyse birbirlerine değecek kadar uzanırlar. Hamer, öz- aşkınlığın artmasıyla bağlantılı vir VMAT2 geni varyantının bu küçük taşıyıcıların daha fazla salgılanmasına yol açtığı ve böylece söz konusu dar sinapslara dopamin gibi sinir iletici maddelerin daha fazla verilmesiyle, öz-aşkınlık gibi olumlu duyguların güçlendiği kanısındadır.

"İnanan Beyin" kitabından alıntılanmıştır.

Sihizm



Tek tanrılı bir inanç sistemidir.

15 yy. da Hindistan' nın Pençağ bölgesinde İslam ve Hinduizm dinlerinin farklı yorumlarının bir araya gelmesiyle oluşan bir inançtır.

Karma reankarnasyonu kabul ederken hint kast sistemini reddeder.

Dinin kurucusu Guru Nanak'tır ve onun 9 halefi yani müridi vardır.

Hintçe' de "Sih" ( mürit ) "guru" ( hoca ) anlamına gelir.

Khalsa denilen savaşçı birlikleri vardır.

Bu birliğe katılım töreni bugün sihizm' de ergenlikten çıkışı temsil eder ve 5K olarak bilinen nesnelerin giyilmesini ister.

Bunlar;


  1. Keş ( türban )
  2. Kanga ( tarak ) saçtopuzunu tutar.
  3. Kirpan ( kılıç veya hançer )
  4. Kara ( çelik bilezik )
  5. Kaça ( bir tür şort )
vaftiz edilmiş sih erkekleri aslan anlamına gelen "singh" ismini alırken, kadınlara prenses anlamına gelen "kavr" ismi verilir.

2 Eylül 2016 Cuma

Tyrian Moru


Tarih boyunca asaletin ve aristokrasinin rengi olarak kabul edilen bir renk vardı; Tyrian Moru. Kralların, soyluların, din adamlarının üzerinden hiç eksik olmadı kırmızımsı mor renk.

Peki ama Tyrian moruna bu kadar önem atfedilmesinin nedeni ne olabilir?

Günümüzde kullanılan sentetik boyalar keşfedilmeden önce, bazı renkleri elde etmek son derece meşakkatli bir işti. Özellikle de "Tyrian" ve ya "Sur" moru. Bu kırmızımsı mor renk, kabuklu deniz canlılarından elde ediliyordu.

Bu renkten 28.5 gram elde edebilmek için 250.000 kabuklu deniz hayvanının "toplanması" gerekiyordu.

Sonra bütün bu salyangozların tek tek ayıklanması gerekiyordu. Müthiş zaman alan bir iş olsa gerek.

Ve tabi ki kaynatma kısmı. O kadar feci bir koku çıkardı ki. Antik dönemin seyyahları bu leş kokusunu tiksinerek anlatırlar. Denizden şehre yaklaşırken gelen kokudan burunları sızlayarak bahsederler.

Tüm bu zahmetli sürece kim neden katlansın ki diye düşünüyor olabilirsiniz.

Bu zorlu süreç sonunda, Tyrian morunun fiyatı da inanılmaz boyutlara ulaşıyordu. Ağırlığınca altından bile daha değerliydi gramla satılan kırmızımsı mor.

Bir kez Tyrian moru ile boyanmış kumaşın bi daha solmayacağı anlatılırdı. Bu yüzden yüksek bir bedeli ödemeye değdiği söylenirdi.

Sadece çok varlıklıların gücü yetiyordu bu renkle boyanmış kumaşlar almaya. Mısır ve Pers hükümdarları, Roma senatörleri, orta çağ kralları, prensler, kardinaller...

Bu altın yumurtlayan tavuğun başında Fenikeliler vardı. Doğu Akdeniz sahillerine, bugünkü Lübnan ve Suriye topraklarında yaşayan Fenikeliler, denizcilikte başarılı ve ticaretle uğraşan bir Ortadoğu halkıydı. En değerli ihraç ürünleri de kırmızımsı mor renge boyadıkları kumaşlardı. Zaten isimleri de buradan geliyor.

Mezopotamya halkları onlara Kenani diyordu, Yunanlılar ise Phoenicia yani Fenike. Hepsinin anlamı anıydı; bu güzel kırmızımsı mor rengin o dillerdeki karşılığı.

Tyros başta olmak üzere, Fenike kentleri mora boyanmış zarif giysilerin ticaretini yapmanın haricinde, boya üretim merkezlerini Akdeniz çevresinde kurdukları kolonilere taşıdılar.

Arkeologlar, Fenike yerleşmelerinin kalıntıları çevresinde yaptıkları kazılarda, mor renk üretilirken ayıklanan devasa deniz kabuğu yığınlarına rastlıyorlar.

Tarih boyunca asaletin ve aristokrasinin rengi olarak kabul edilen bir renk vardı; Tyrian Moru. Kralların, soyluların, din adamlarının üzerinden hiç eksik olmadı kırmızımsı mor renk.

Peki ama Tyrian moruna bu kadar önem atfedilmesinin nedeni ne olabilir?

Günümüzde kullanılan sentetik boyalar keşfedilmeden önce, bazı renkleri elde etmek son derece meşakkatli bir işti. Özellikle de "Tyrian" ve ya "Sur" moru. Bu kırmızımsı mor renk, kabuklu deniz canlılarından elde ediliyordu.

Bu renkten 28.5 gram elde edebilmek için 250.000 kabuklu deniz hayvanının "toplanması" gerekiyordu. Keşke bunla bitse.

Sonra bütün bu salyangozların tek tek ayıklanması gerekiyordu. Müthiş zaman alan bir iş olsa gerek.

Ve tabi ki kaynatma kısmı. O kadar feci bir koku çıkardı ki. Antik dönemin seyyahları bu leş kokusunu tiksinerek anlatırlar. Denizden şehre yaklaşırken gelen kokudan burunları sızlayarak bahsederler.

Tüm bu zahmetli sürece kim neden katlansın ki diye düşünüyor olabilirsiniz.

Bu zorlu süreç sonunda, Tyrian morunun fiyatı da inanılmaz boyutlara ulaşıyordu. Ağırlığınca altından bile daha değerliydi gramla satılan kırmızımsı mor.

Bir kez Tyrian moru ile boyanmış kumaşın bi daha solmayacağı anlatılırdı. Bu yüzden yüksek bir bedeli ödemeye değdiği söylenirdi.

Sadece çok varlıklıların gücü yetiyordu bu renkle boyanmış kumaşlar almaya. Mısır ve Pers hükümdarları, Roma senatörleri, orta çağ kralları, prensler, kardinaller...

Bu altın yumurtlayan tavuğun başında Fenikeliler vardı. Doğu Akdeniz sahillerine, bugünkü Lübnan ve Suriye topraklarında yaşayan Fenikeliler, denizcilikte başarılı ve ticaretle uğraşan bir Ortadoğu halkıydı. En değerli ihraç ürünleri de kırmızımsı mor renge boyadıkları kumaşlardı. Zaten isimleri de buradan geliyor.

Mezopotamya halkları onlara Kenani diyordu, Yunanlılar ise Phoenicia yani Fenike. Hepsinin anlamı anıydı; bu güzel kırmızımsı mor rengin o dillerdeki karşılığı.

Tyros başta olmak üzere, Fenike kentleri mora boyanmış zarif giysilerin ticaretini yapmanın haricinde, boya üretim merkezlerini Akdeniz çevresinde kurdukları kolonilere taşıdılar.

Arkeologlar, Fenike yerleşmelerinin kalıntıları çevresinde yaptıkları kazılarda, mor renk üretilirken ayıklanan devasa deniz kabuğu yığınlarına rastlıyorlar.


Önce başka canlılardan, balık ve böceklerden de elde edilmeye başlanan bu alımlı renk, sentetik olarak üretiminin mümkün olmasından sonra maddi değerinden çok şey kaybetse de, renklerin içinde zenginliği ve asaleti simgelemeye devam ediyor.


28 Ağustos 2016 Pazar

Chac Mool

Chac Mool Kolomb öncesi sanatında taş heykellere verilen isimdir.

 Meksika ve Guatemala'da sıkça rastlanılır.

Amerika'daki Toltekalar'ın ve Mayalar'ın yağmur Tanrısıdır.

Sırtını yaslayıp oturmuş, dirseklerini yere dayamış, bacaklarını bükmüş bir vaziyette tasvir edilmiştir.

El ve ayak bileklerinde halkalar vardır ve saçları tahıl tanelerinden meydana gelmiş bir demet halindedir.

Karnı üzerinde birleştirdiği ellerinin üzerine bir küp konur.

Bu küpün içerisine; Tanrılara kurban edilen savaş esirlerinin, kölelerin ve suçluların kalpleri konur. 

Castro'yu öldürmenin 1001 yolu

Bugüne kadar yüzden fazla suikast girişimi atlatan Fidel Castro’ya karşı en yaratıcı planları Amerikalılar’ın hazırladığı ortaya çıktı. CIA’nın yayınlanan eski kayıtlarında Castro’yu mafya yardımıyla öldürtmeye çalıştığı açıklanmıştı. Ama Küba’nın eski istihbarat şefi Fabian Escalante, Reuters haber ajansına Amerikan gizli servisinin icraatlarının bununla sınırlı olmadığını öne sürdü.

İşte suikast girişimlerinden sadece birkaçı:

İKİ KEZ HAPLA DENEDİLER: CIA, Castro’yu iki kez hapla zehirlemeye çalıştı. 1961 yılında yardımcı olması için ikna ettikleri devlet görevlisi Juan Orta, son anda vazgeçince plan yarıda kaldı.

ÇİKOLATALI SÜTÜNE ZEHİR: 1963 yılında iki mafya babası, zehirli hapları Aspirin şişesinde ülkeye kaçırdı. Burada garson rolündeki ajan, botulinum toksini içeren zehirli hapları Castro’nun çikolatalı sütüne katacaktı. Ama haplar buzluğun duvarına yapıştı. Garson yerinden oynatmaya çalışırken de parçalandılar.

DENİZALTINDA SUİKAST: Castro dalmayı çok seviyordu. En sevdiği denizaltı mağaralarından birinde, bir istiridyenin içine konan bomba son anda bulundu.

DALGIÇ KIYAFETİNE ZEHİR SÜRDÜLER: Bir keresinde de Castro’nun dalgıç kıyafetine zehir sürüldü.

SAKALLARINI DÖKECEKLERDİ: CIA Castro’yu öldüremediğini görünce bu kez karizmasını sarsmaya çalıştı. Castro’nun BM’de konuşma yapacağı öğrenilince botlarına tüy dökücü toz kondu. Böylece Castro BM’nin önüne çıktığında sakalları dökülecek ve karizması yerle bir olacaktı.

PUROSUNA LSD: Fidel Castro’nun TV’ye vereceği bir röportaj öncesinde purosuna LSD (bir çeşit uyuşturucu) yerleştirildi. Böylece saçmalaması ve rezil olması planlıyordu. Ama bu girişim de son anda fark edildi.


27 Temmuz 2016 Çarşamba

beyzbol efsanesi Ted Williams



Amerikan beyzbol sporunun efsanevi oyuncusu olan Ted Williams'ın ölümü, çocukları arasında kavgası başlattı. Williams'ın kızı, babasının yakılmak istediğini söylerken, oğlu babasının cesedini dondurdu. İddiaya göre, oğul John Henry'nin asıl amacı, babasının DNA'larını satarak zengin olmak.

Boston Red Sox'ın unutulmaz oyuncusu Ted Williams 83 yaşında öldükten sonra cesedinin yakılmasını istediği belirtilirken, oğlu John Henry, babasını Arizona'daki özel bir kuruluşa yollayarak eksi 320 derecede dondurttu. John Henry Williams'ın, tıp biliminin gelişmesiyle babasının yeniden hayata dönebileceğini ya da klonlanması için babasının DNA'sını yüksek fiyatla satabileceğini düşünerek hareket ettiği ifade ediliyor.



Williams'ın kızı Joyce Ferrel Williams, kardeşinin kendisine sormadan babasını
dondurttuğunu ve öldüğünü bile bildirmediğini kaydederek dava açacağını duyurdu. Joyce Ferrel Williams, kardeşini, babasının DNA'sından zengin olmaya çalışmakla suçladı. Williams'ın DNA'larının satışa çıkartılması halinde büyük rağbet göreceği belirtiliyor.

Boston Herald Gazetesi ise, dondurulmayı Ted Williams'ın istemiş olabileceği ihtimalini ortaya attı. Gazetenin haberine göre, Willams bunu oğlu ile planlamış bile olabilirdi. Gazete, adını vermediği bir kaynağın, ‘‘Ted Williams bilime áşıktı. Kararını verdiği her şeyi de yapardı’’ dediğini yazdı. Ancak, Boston Red Sox'ın eski sahibi Heywood Sullivan, ‘‘Ted, kesinlikle yakılmak istiyordu’’ dedi. ABD'nin Florida Eyaleti'nde Ted Williams'ın adını taşıyan bir müze bulunuyor. Müze, Ted Williams'ın ölüm haberi üzerine, ziyaretçi akınına uğradı ve çiçek bahçesine dönüştü.

Ted Williams'ın dondurulmuş cesedi, Alcor şirketinin bu binasında muhafaza ediliyor. Şirket Başkanı Linda Chamberlain, cesetlerin sıvı nitrojen dolu tanklarda saklandığını açıkladı.

Reinhold Messner ( aman Allahım çok yakışıklı )

Reinhold Messner en başarılı ve tanınmış dağcılardan biridir. 1978 yılında Peter Habeler ile birlikte ve oksijen tüpü kullanmadan Everest Dağı'nın zirvesine ilk tırmanan, aynı zamanda Sekizbinlikler olarak adlandırılan 8000 metrenin üzerinde yüksekliği olan 14 zirvenin tümüne tırmanan ilk insandır.
 1970 ila 1986 yılları arasında gerçekleştirdiği bu tırmanışların hiçbirinde oksijen tüpü kullanmamıştır. 1978 yılında tek başına Nanga Parbat zirvesine ulaşan ilk dağcıdır. 1986 yılında Seven Summits'de ikinci olmuştur. 1989-1990 yıllarında (Arved Fuchs)ile Antarktika'yı, 1993 yılında Grönland'ı 2004 yılında da Gobi Çölü'nü geçmiştir.

 I. Dünya Savaşı'ndan sonra Avusturya'dan İtalya'ya kalan Güney Tirol Eyaletinde yaşayan dağcı, 1999-2004 arasında İtalyan Yeşiller Partisi'nden Avrupa Parlamentosu milletvekilliği yaptı.




Reinhold Messner’den Neler Öğrenebiliriz?


1. Birden Fazla Hayat Yaşayın: Reinhold Messner bir dağcı. Orası kesin! Evet ama uzmanlık alanı matematik, kitaplar yazıyor ve bir dönem Avrupa Parlementosunda milletvekiliği de yaptı. Ama o bir dağcı.

Temeli bu. Kendi deyişiyle “birden fazla hayatı” olması, onun farklı yönlerinden ileri gelmiyor; hayatını çeşitli dilimlere bölmesinden dolayı böyle bu! Hayatına öyle bakıyor.

Örneğin, kardeşini kaybettiği ve altı ayak parmağının donduğu Nanga Parbat zirve çıkışı, onun için bir dönemin sonu ve yeni bir hayatın başlangıcı. Messner’in ayak parmaklarının donması onun kaya tırmanışlarında eski becerilerini sergilemesine engel oluşturuyor, o da dağcılık macerasına yeniden yön veriyor.

Messner, ne zaman bir engelle karşılaşsa bunu hayatında yeni bir dönem açmak için fırsat olarak görüyor. Hayatının ilerleyen yıllarında, artık dağlara eskisi kadar çıkamayacak kadar yaşlandı mı, “bir dağcılık müzesi kurmanın zamanı gelmiştir” diyor ve bir müze kuruyor.

2. İmkânsıza Meydan Okuyun:  Messner, insanın ancak imkânsıza meydan okuyarak geliştiğine, insan ruhunun bu sayede derinleştiğine inanmaktadır. Ona göre “Eğer bir dağ tehlikeli değilse, o artık bir dağ değildir.”

Bazı dağcılar, doğaseverler bu söze katılmayacaklardır. “Dağ, dağdır” diyeceklerdir haklı olarak. Ama Messner, ortaya attığı bu sözü derinleştirir: “Herkes kendi dağlarına tırmanmalı, herkes kendi zirvesine ulaşmaya çalışmalıdır.” Messner’in dünyasında bir dağ yeterince zorlu değilse, kişiyi yeterince geliştirmeyecektir. Çünkü insan kendini ancak uç durumlarda tanır, keşfeder. Dağa çıkmak onun için sadece çeşitli coğrafyalar üzerinde seyahat etmek değildir; dağa çıkmak, kendi ruhunun derinliklerine inmektir.

3. Engelleri Aşın ve Bunun İçin Gerekirse Porsche’nizi Satın: Messner, Everest’e tek başına, bir ekip arkadaşı olmadan çıkmak ister. Bunun için Nepalli makamlara başvurur ve reddedilir. Nepalli yetkililer, Everest’e tek kişilik çıkış izni vermiyor, bunu çok tehlikeli buluyorlardır. Bunun üzerine Everest’e (bir sınır dağıdır Everest) Çin üzerinden çıkmak ister. Çin’e yaptığı başvuru olumludur. Ancak bir sorun vardır. Soğuk Savaş yıllarıdır ve Çin hükûmetinin bürokratik kuralları esnek değildir. Kalabalık bir dağcı grubunun Everest’e tırmanmak için ödeyeceği parayla, tek kişinin ödeyeceği para aynıdır.

Messner, “zengin bir adam değildim” diyor ve gülümseyerek ekliyor “Evde kullanmadığım ne varsa sattım. Bir de arabamı. Bir Porsche’m vardı.”

Messner, elinde ne var ne yok satıp paraya çevirir. Üstelik zirveye çıkması garanti değildir. Ne garantisi, ucunda ölüm bizi bekliyor olabilir!

Messner şöyle diyor: “Kendi dağlarınızın zirvelerine çıkın!”

4. İsteklerinizin Peşinden Gidin: “Ben çok şanslıyım. Rüyalarımın çoğunu gerçekleştirdim.” diyor Messner. Elbette belli bir tevazu ve bilgelik var bu sözde. Durumu şansla açıklanamaz. Messner, “Güçlü istek duyduğunuz şeyleri yaparsanız başarılı olursunuz. Çünkü güçlü istek duyarsanız motivasyonunuzu kaybetmezsiniz, diye düşünüyor Messner:

“Motivasyon, para verip satın alabileceğiniz bir şey değildir. Motivasyon, size arkadaşlarınızdan verilecek bir hediye de olamaz. Kendiniz için doğru olanı yaptığınızı düşünürseniz, bunun için güçlü bir istek duyarsınız. Motivasyon, kendiniz için doğru olanı yaptığınıza inanmakla ilgili bir şey!”

Şimdi, hemen şu soruyu sorun kendinize: Rüyalarınızı gerçekleştirme yolunda ilerliyor musunuz?

5. Hareketsiz Kalmayın, Başlayın:  Rusya’yı bir uçtan diğerine geçmeyi planlıyorlardı. Ancak hava daha ilk haftadan son derece kötü olunca beklemeyi tercih ediyorlar. Messner, “Bekledikçe korktuk. Korktukça daha çok bekledik ve bir türlü harekete geçmedik.” diyor ve ekliyor “Oysa bir şeye başlayınca, harekete geçince korkunuz azalır. Biz de harekete geçmeye karar verdik.”

Bir başka bilge, bir seyyah, Robert M. Pirsig ne diyordu?

“Düşününce çok zor, yapınca çok kolay!”

6. Başarısız Olun: Çok başarılı olmak istiyorsanız, başarısızlığı sık sık tecrübeye etmeye hazır olmalısınız. Bunu birçok kişinin ağzından duyarsınız. Ama birçok başarılı insan bu sözü söylese bile insanların birçoğu onların ne demek istediğini anlamaz. Onların aşırı tevazu gösterdiklerini ya da başarılı olmanın verdiği rahatlık ve güvenle konuştuklarını falan düşünürler. Oysa başarısız olmayı tecrübe etmek üzerine söylenenler gerçektir, denilenler doğrudur.

8000 metre üzerindeki Himalaya macerasında 31 tırmanış yapar Messner. Bunlardan 18’i başarılı 13’ü başarısız olmuştur. Başarı zirve yapmaksa –ki öyledir Messner için- 13 başarısız girişime imza atmıştır. Bu zirve tırmanışları sırasında dünyanın en yüksek beşinci dağına yaptığı ilk üç tırmanış çabası da başarısız olmuştur Messner’in, ancak dördüncü seferde başarıyı tatmıştır.

7. Düştüğünüzde Kalkmayı Bilin: Seneca, Romalı bir Stoacıdır. Messner, kuzey bölgesinden İtalyan bir dağcı. Felsefeleri aynı: “Yüreği yılmadan düşen, dizleri üzerinde de savaşır.”

Messner, Seneca gibi savaşmaktan söz etmese bile “düşenin, dizleri üzerinden doğrulması gerektiğini” söylüyor, buna inanıyor.


“Birçok dağcıdan daha yetenekli ya da daha iyi değildim. Ama birçoğundan daha fazla mücadeleciydim. Düştüğümde kalkmanın bir yolunu buluyordum.”

‘‘Zapt etme’’ (holding) terapisi ve Candace Newmaker

Amerikalı iki psikoterapist, bir kız çocuğunu zapt etme metoduyla yeni ailesine ısındırmaya çalışırken boğularak ölümüne neden oldular.

Amerika'da, evlatlık verildiği aileye yakınlık duymasını sağlamak istedikleri 10 yaşındaki çocuğun ölümüne neden olan psikoterapist Connell Watkins ve yardımcısı Julie Ponder yargılanmasına başlandı. Geçtiğimiz nisan ayında Candace Newmaker adlı çocuğun ölümüyle sonuçlanan ve videoya alınan olay şöyle gelişti:

Yastıklarla bastırdılar

‘‘Zapt etme’’ (holding) terapisi sırasında Candace rahim ortamı sağlayan çarşaflara sarıldı ve 70 dakika boyunca yastıklarla bedenine bastırıldı. Çocuk nefessiz kalınca haykırmaya başladı. Kusan ve altını pisleten küçük kızın, çarşaf açıldığında nefes almadığı görüldü. Yoğun bakıma alınan Candace ertesi gün yaşamını yitirdi.

Öfkesini çıkaracaktık

‘‘Çocuklara zalimce kötü muamele sonucunda ölüme sebebiyet vermekle’’ suçlanan iki terapist hakkında dava açıldı. Zapt etme terapisini, 1970'li yıllarda yetim çocuklar için çalışırken öğrendiğini söyleyen Watkins, ‘‘Terapi sırasında patron ben oluyorum. Hastalar böylece bastırılmış öfkelerinden kurtuluyorlar ve yeniden doğuyorlar. Böylece çocuğun öfkesini çıkaracaktım’’ diye ifade verdi.

Trajik bir kaza

Yardımcısı Ponder'in de benzeri ifade verdiği duruşmada savunma avukatları küçük kızın ölümünü ‘‘Trajik bir kaza olarak’’ nitelediler. Watkins'in eski hastalarından bazıları da tanıklık yaparak onun tedavisinden yararlandıklarını söylediler. Klinik psikoloğu ise mahkemeye, hastaları terapi sırasında zapt etmenin tehlikeli olmadığını ve Amerikan Psikoloji Kurumu'nun etik yasalarına aykırı bulunmadığını bildirdi.

Ayn Rand Ve Atlas Vazgeçti



Amerika' yı İncil' den sonra en çok etkileyen kitap.

Ayn Rand (2 Şubat 1905 – 6 Mart 1982, ilk adı Alissa Zinovievna Rosenbaum), kurduğu objektivizm felsefesi ve yazdığı Yaşamak İstiyorum (We the Living), Ben (Anthem), Hayatın Kaynağı (The Fountainhead) ve Atlas Silkindi (Atlas Shrugged) kitapları ve objektivizm felsefesiyle tanınan düşünür-yazar.

Felsefesi ve kitapları kendi bireycilik, rasyonel bencillik ve kapitalizm mefhumlarını vurgular. Devletin özgür bir toplumda yasal ama minimal bir role sahip olduğuna inanan Rand, bir anarşist değil ama bir minarşist‘tir. (bu tanımı kendi kullanmamıştır.)

Romanları kendisine özgü oluşturduğu bir kahramanın tanıtımını merkez alır, Kahraman kendi yeteneği özgünlüğü ve bağımsızlığı yüzünden toplumla çatışır, ama bu çatışmalar onun hataları yüzünden değil, rasyonel davrandığı ve yürekten gelen bir şekilde kendi çıkarı için çalıştığı için olur. Rand’a göre rasyonel düşünen akıllar için çatışma söz konusu değildir. Kahraman yine de idealleri doğrultusunda devam eder. Rand bu kahramanı ideal insan olarak görür ve literatürünün bu tip insanlar için bir tanıtım yeri olmasını amaç edinir.

O’na göre,

  • İnsan değerlerini ve hareketlerini mantık kullanarak seçmelidir,
  • Bireylerin kendilerini başkaları için feda etmeden ve aynısını başkalarından beklemeden kendi amaçları için yaşamaya hakları vardır,
  • Kimsenin bir başkasının haklarına güç kullanarak tecavüz etmeye ya da güç kullanarak ona kendi fikirlerini empoze etmeye hakkı yoktur.

Üç kalın ciltten oluşan Atlas Vazgeçti’nin İkinci kitabın 102.ci sayfasında baştan sonra oldukça ilginç bir PARA monoloğunun en ilgi çekici paragrafını paylaşmak istiyorum öncelikle:


“Parayı miras olarak devralmaya layık insan, ancak o paraya ihtiyacı olmayan insandır. Nereden başlarsa başlasın, nasılsa kendi servetini kazanabilecek olan insandır(1). Eğer mirasçı, o paraya denkse, para ona iyi hizmet eder, değilse para onu mahveder. Ama siz bu durumu seyreder, para onun ahlakını bozdu dersiniz. Yoksa O mu paranın ahlakını bozmuştur? Değersiz mirasyediye asla imrenmeyin. Onun parası sizin değildir, zaten o parayı siz de daha iyi kullanamazdınız(2). O para bize paylaştırılmalı, bir parazit yerine dünyada elli parazit olmalı, diye düşünmeyin(3). Bu da o servetin altında yatan ölmüş iyilikleri geri getiremez. Para köklerinden koparılınca ölen bir canlı güçtür. Kendine denk olamayan bir akla hizmet etmez(4). Bunun için mi ona kötü diyorsunuz?”

“Para sizin sağ kalma aracınızdır. Yaşam kaynağınız hakkında vereceğiniz hüküm, kendi hayatınız hakkında vereceğiniz hükümdür(5). Eğer kaynak kötü ve yozlaşmışsa, kendi hayatınızı lanetlemişsiniz demektir. Parayı sahtekarlıkla mı kazandınız* İnsanların günahlarına, aptallıklarına hizmet ederek mi kazandınız? Budalalara hizmet sunmakla, kendi yeteneğinizin hak ettiğinden fazlasını elde etmeyi mi umdunuz? Bu uğurda standartlarınızı mı düşürdünüz? Hor gördüğünüz müşteriler için, tiksindiğiniz(6) işler mi yaptınız? Eğer öyle yaptınızsa, o zaman paranız size bir anlık, bir kuruşluk sevinç bile getiremez. O zaman satın aldığınız tüm şeyler, size bir takdir değil, bir sitem haline gelir, bir başarıyı değil, bir ayıbı hatırlatır(7). O zaman avazınız çıktığı kadar para kötüdür diye bağırmaya başlarsınız. Size özsaygınızı geri getiremediği için mi kötüdür? Yozluğunuzun zevkini çıkarmanıza izin vermediği için mi? Paradan nefret etmenizin kökü orada mı yatıyor yoksa?(8)

“Para her zaman bir etki olarak kalacak, sebep haline gelip  sizin yerinizi hiçbir zaman almayacaktır(9). Para iyiliklerin ürünüdür, ama sizi iyi kılamaz, günahlarınızı telafi edemez. Para size hak etmediğiniz maddi ve manevi değerleri getirmez(10). Paradan nefret etmenizin nedeni bu mu acaba?”…

Çok uzun bir monolog olduğu için adım adım gidelim istiyorum, bu sebeple burada kestim şimdilik (sonra devam edeceğiz). Şimdiye kadar okuduğum en doğru, en zekice söylevlerden biriydi doğrusu; fakat bildiğim bir şey daha var ki; “her doğruyu çürütebilirim eğer çürütemezsem özgür olamam! Çünkü bu kez o doğru beni çürütür!” (Bu tespitim özellikle kendi doğrularımdan başlamayı gerektirir. Lütfen bu sözüm üzerine düşünün, yanlışsam beni ikna edin, lütfen. Böyle yapa yapa sizce nereye varabilirim?)

(1). Burada genetik birikimden bahsediliyor sanırım. Parayı kazanan ve onu sonraki nesle bırakan kişi bu beceriyi de kendi uzantısı nesle bırakmıştır. Ve tabi kişiliğin oluştuğu 0-6 yaş arasında o veliaht, kendisini seyredebilmiş olmalı aynı zamanda, çünkü başka türlü dünyayı ebeveyninin algıladığı gibi göremeyecektir. İşte zurnanın zırt dediği yer burası! Bu ebeveyn zaten çalışmaktan başka şeyden zevk almıyor (çünkü monoluğun esası bu temadır, yaptığı işi çok seviyor olmak ki bu da sevgi=ilgi ilkesi gereğince sadece yaptığı işle ilgileniyor anlamına gelir.) Bu durumda çocuğa kim bakıyor? Ona 0-6 yaş arasında %95 i tamamlanan görme hassasını kim veriyor?  Ben söyleyeyim;

a) Sırf güzel olduğu için ya da servet büyütmek amacıyla alınmış EŞ büyütecek çocuğu. Onun dünyayı kendi gibi algıladığı ne malum, ayrıca bu eş de çok meşgul olacak, neden mi? Kocasının/karısının kazandığı parayı harcama işi eşe kalmış olacak! Bu durumda EŞ de çocuğu büyütecek vakte sahip değil.

b) Böylece çocuğa dadı bakacaktır. Ve bu durumda çocuk ebeveynin değil dadının gördüğü dünyayla baş başa kalır! Komik ama gerçek budur. Hiç açlık çekmemiş olsa da muhtemelen doygunluk duygusu hissedemeyecektir. (Dadının fevkalade doygun bir genetiğe sahip olmuş olabileceği çok küçük olasılıkları devre dışı bıraktım şu an.) O veliaht ki: dadılar, şoförler, aşçılar ve uşakların algıladığı dünyaya ait biri olacağından, genlerinden gelen etki ile, çünkü bu karşıt bir etkidir, hayatı boyunca tatminsiz, tembel, ilgi aşıkı bir mirasyediye dönüşebilir. Yüksek oranda bu böyle olacaktır.

c) Üstelik bir de “aynı geni” taşımama riski var! Neticede kesin olan sadece annedir, onu da doğururken gördüğümüz için!

Serveti yapan nesil bazen çocuklarını gözünün önünde tutma hassasiyetini de biliyor olabilirler fakat bu maalesef altı yaşından çok sonra olduğu için, atı alan Üsküdar’ı geçmiş oluyor. Bu durumda söylevi yapan F. D’Anconia’yı, o mirasçının neden %100 e yakın bir oranda o paraya denk olamayacağını ispat etmeye çalıştık.

(2). Üçüncü cevapla ilintili olarak “siz ondan daha iyi kullanamazdınız” tespiti yüksek gerçekliğe sahip olsa da kesin olamayacağı da açıktır.

(3). E olsun bir parazit yerine varsın elli parazit olsun, bakarsın o elliden biri gerçek bir büyü-tü-cünün eline düşer de, o mirası-iyiliği tekrar yüceltecek kapasiteye kavuşur. Bu da bir ümit değil mi?

(4). Paranın canlı olduğu, ölmüş iyilikler vs hepsi çok doğru. Kendine denk olmayan birine hizmet etmediği çok çok doğru. Öyleyse bunu tez çürütmeliyim! J Bir parazit ya da elli parazit üzerinden yola çıktığımıza göre, her iki olasılıkta da paranın kendine denk olanı bulması pek şüpheli görülüyor. Bu durumda sorumluluğun genele yayılması çözümü öneriliyor. Basit bir tanımlama olarak “sosyal devlet” modeli bu gereklilikten ortaya çıkmış olabilir diyorum. Bu model bir hem hem ürünüdür bence. Neyin hem hem’i bu? Para kazanan ile onun mirasçısının bir mi elli mi parazit olacağı seçeneklerini birleştiren bi hem hem. (Bu konuya istenirse daha bi derin dalarız, şu an buralarda kaybolacak gibi oldum)

(5). Paranın amaç değil de sevinçle yapılan bir üretimin sonucu olduğu ana teması üzerinde yürür isek ve fakat her nasılsa(!) kafamızın içine tıkıştırılmış bir para ayıbı olduğu müddetçe kendi yaşam sevincimizi gömer duruma geliriz bu doğru.  (6). Hele yozlaşmış kaynaklarla bu işe yürüdüğünüz takdirde içinize atılmış olan para ayıbı günden güne büyüyen habis bir ur gibi zaten o mirası içten içe tüketecek ve yok edecektir.(7) Bu otomatik çalışan, sağlam bir sistem. Bazıları buna allahın adaleti derlerse de ben çok iddiasız bi şekilde fizik kuralı diyeceğim. Çünkü tam birbirine zıt iki yöne doğru aynı şiddette bir güçle yürümek için girişimdesiniz demektir L Yozluğun zevkini çıkarmak için size izin vermediği için paradan pardon kendinizden nefret etmeyin güzel kardeşlerim(8). Doğru çok doğruuuu! Hem’an çürütmeliyim: Eğer bu nefret olmasaydı, evrene yozluk hakim olabilirdi belki, küçük de olsa bir ihtimaldir bu. Fakat Allahtan bu nefret sadece bir parazit ve elli parazit seçeneklerinde var, parayı gerçekten kazananın böyle şeylerle uğraşacak vakti yok. O en sevdiği işe yatırmış kendini. Laf olsun diye kullanmıyorum bunu ben, gerçekten “kendini”! İçinde bi ayıp dürtüsü yok ki onun, tek yöne doğru kolayca hareket ediyor.

Gelelim sonuca (9 ve 10), para kendiniz/amaç olamaz, o sadece kendinizi ekip biçtiğinizde elde kalan üründür. Bu doğru da ne yapıp bunu çürütmeli? Bi düşünelim olmazsa L

Yine ikinci kitabın 136.cı sayfasında oldukça ilginç bir açıklama var. Devlet Bilim akademisinin başkanı Dr.Ferris, bir bilim adamı olmakla birlikte politikanın tam göbeğinde bir adam. Aşağıdaki konuşmayı idealist bir sanayici olan Rearden Metal sahibine karşı (ona yaptığı şantajı normal göstermek amacıyla) yapıyor:

“O yasalara sahiden uyulmasını mı istiyoruz sanıyordunuz?” diye devam etti Dr. Ferris. “Onların ihlal edilmesini biz istiyoruz. Doğru dürüst anlasanız iyi olur, karşınızda bir gurup okul izcisi yok. O zaman çağımızın güzel jestler çağı olmadığını da anlarsınız. Biz güç peşindeyiz ve bu konuda ciddiyiz. Siz küçük kumarbazlardınız, ama biz gerçek oyunu biliyoruz, bunu anlasanız iyi olur. Masum insanları yönetebilecek güç yoktur. Herhangi bir hükümetin tek kozu, suçluların tepesine binmektir. E, ortada yeterli sayıda suçlu yoksa, o zaman onları yaratmak gerekir. O kadar çok şeyi suç olarak ilan edersiniz ki, insanların yasaları ihlal etmeden yaşamaları mümkün olmaz. Bir ülke dolusu yasaya uyan halkı kim ister? Bundan kimin ne çıkarı olabilir? Ama çıkardığınız yasalar, uyulamaz, uygulanamaz, nesnel olarak yorumlanamaz şeylerse, o zaman bir ülke dolusu yasa ihlalcisi yaratırsınız. Ondan sonra da suçluluktan para kazanmaya başlarsınız. Sistem bu, Bay Rearden, “Oyun bu”. Bunu bir kere anladınız mı, sizinle iş görmek çok daha kolaylaşmış olur.”

Her devirde hemen hepimizin bildiği şeyler olmasına rağmen, yukarıdaki söylevi ara ara kendimize hatırlatmakta yarar olduğunu düşünüyorum.

Dr. Duncan Macdougall' ın Ölü ağırlık deneyi

Dr. Duncan 1866 yılında ABD’de dünyaya gelmiştir. Dr. Duncan kendisine göre inançlı bir kişidir, tanrıya ve incile inanır ama aklında dönüp duran bazı sorular vardır ve o sorulara cevap bulamazsa şüpheye düşeceğini düşünmektedir. Bu sorulardan en can alıcısıda İncilde bahsedilen ruh kavramıdır. Dr Duncan’a göre insanun ruhu varsa bu ruhunda bir ağırlığı olmalıydı ve biz ölünce ruhumuz bedenimizden ayrıldığı için ağırlığımızda bir kısım hafiflemede olmalıydı. Bu konu hakkında çalışmalarına çok geçmeden başladı, ölürken insanların ağırlıklarını ölçmeliydi bunun daha garantili bir yolu yoktu. O dönemdeki tartı mekanizmaları çok ağır yükleri ölçmek için idealdi ama çok küçük değişimleri kaydetmesine olanak sağlamıyordu ve çok daha hassas bir terazi yapmayı başarmıştı.Askıya asılan bir karyolanın ağırlığı, üzerindekilerle birlikte beş gramlık hata payıyla ölçebiliyordu. Ama hala çok büyük bir sorunu vardı bu deneyde denek olmayı isteyecek bir kişi bulması imkansız gibi görünüyordu. En uygun kişiler hastalıkları yüzünden iyice halsiz düşen ve ölümleri kas hareketlerine bağlı olmayanlar. Çünkü terazi ancak bu şekilde dengede tutulabildiği için en küçük ağırlık kaybı hemen farkedilebiliyor. ‘ diye yazmıştı Dr. Duncan, American Medicine dergisine.

Dr. Duncan’ın bu deneyleri Haber New York gazetesinde bile yayımlanacak kadar önemli görülmüştü. 11 Mart 1907 tarihindeki gazetenin beşinci sayfasında yayımlanan haberin manşeti: ‘Doktor ruhun ağırlığı olduğuna inanıyor. ‘ şeklinde verilmişti.

Örneğin akciğer iltihabı yüzünden ölenler, terazinin dengesini bozabilecek kadar mücadele edebilecekleri için hiç uygun değildi. Bu yüzden hayattaki son anlarını mümkün olduğu kadar sakin geçiren tüberküloz hastaları en uygunlarıydı. Dr. duncan bu hastaları Cullis-free-home Akciğer Tedavi merkezinden buldu.Ölmekte olan ilk hastasını Dr. Duncan bir akşam 17.30 sularında ruh terazisine yatırdı. Hasta üç saat 40 dakika sonra son nefesini verdiği anda terazinin kolu duyulabilir bir sesle yükseldi. Dr. Duncan teraziyi dengelemek için 2 metal doların ağırlığından yararlandı. ve bunların ağırlığı 21 gramdı. Pek çok kaynak 21 gram ifadesini kullanmış olsada bu deneyi Dr. Duncan’dan başka yapan bir bilim adamı olmadığı ve Dr. Duncan’ın deneyini ispatlar nitelikte bir görgü tanığı olmadığı için hala bizim için bir efsane niteliği taşıyor. Diğer denekerde daha karmaşık sonuçlar aldı,birinde ağırlığında değişme olmadı. Diğerinde ağırlık 2 kez arttı sonra azaldı.

Bazı kaynaklara göre hemşirelerin deneylere devam edilmemesini istemesi, bazı kaynaklara göre de bulunduğu çevredeki kıskananların deneyleri durdurması üzerine Tedavi Merkezi Dr. Duncan’ın deneylerini durdurdu.

Ama bu olaylar Dr. Duncan’ı durdurmadı

Bazı kaynaklara göre Dr. Duncan’ın bundan sonraki hedefi sokakta başı boş gezen hayvanlardı. Bizim ikna olmamız için Dr. Duncan’ın deney sonuçları belki yeterli değil ama onun için yeterliydi ve bir diğer aşamaya geçmeye hazırdı.  Sokak köpeklerini zehirleyip ağırlıklarını tarttığıyla ilgili bir çok söylenti var o söylentilere göre Dr. Duncan köpeklerin ağırlıklarında her hangi bir değişme saptamamıştır ve ‘ Ne var ki haraket etmelerini önleyecek bir hastalağa sahip köpeklere ulaşma şansım olmadı.’ diye bu durumdan yakınmıştır.

Konu daha sonra Sean Penn'in başrolünü oynadığı '21 Gram' filminde de işlendi.

21 Temmuz 2016 Perşembe

Katil Dağ Nanga Parbat

Nanga Parbat, Pakistan’ın Kaşmir bölgesinde,  Himalayaların batısında, Karakurum sıradağları üzerinde yer alır ve 8.126 metre yüksekliği ile dünyanın 9. yüksek dağıdır. Adı Urduca çıplak dağ anlamına gelir. Dünyanın tırmanması en zor dağlarından biridir, bu nedenle Katil Dağ olarak ta bilinir.

Nanga Parbat, üçgen piramit şeklinde bir dağdır. Yani üç yüzlüdür, Diamir, Raikhot ve Rupal. Bunlardan güney/güney doğu yüzündeki Rupal Duvarı, 4600 metrelik yüksekliği ile dünyanın en yüksek dağ duvarıdır. Bu nedenle Nanga Parbat, kendinden daha yüksek pek çok 8.000 lik dağdan daha iyi bilinir.




Nanga Parbat’a ilk tırmanma girişimi, 1895 yılında İngiliz dağcı Albert F. Mummery tarafından yapıldı. Diamir yüzünden6.500 metreye kadar  tırmanmayı başardılar. Ancak daha sonra Rakhiot yüzünden yaptıkları denemede Mummery ve beraberindeki 2 Gurka öldü.

1930 lu yıllarda Nanga Parbat, Alman dağcıların ilgi odağı oldu. Çünkü Tibet sadece İngilizlere açıktı ve bu nedenle Alman dağcılar Everest’i deneme şansı bulamıyorlardı.



Rupal Duvarı ve üstünde bir dağcı.

1932 yılında Willy Merkl liderliğinde, Nanga Parbat‘a ilk Alman ekspedisyonu düzenlendi. 7 si Alman, 1’i Amerikalı 8 çok güçlü dağcıdan oluşan bir grup olmalarına rağmen, Himalaya dağcılığındaki deneyimsizlik, kötü hava şartları ve kötü planlama (hamal azlığı) nedeniyle başarılı olamadılar.

Merkl, 1934 yılında Nazilerin desteğinde ikinci bir Nanga Parbat ekspedisyonu planladı. Daha ekspedisyonun başında Alfred Drexel, yüksek irtifa akciğer ödeminden öldü. 6 temmuzda, Peter Aschenbrenner ve Erwin Schneider 7895 metreye kadar ulaştılar. Ancak yaklaşan fırtına nedeniyle geri döndüler. Ertesi gün onlar ve 14 kişi daha 7480 metrede çok ağır bir fırtınaya maruz kaldılar. Willy Merkl, Uli Wieland , Willo Welzenbach ve 6 Şerpa öldü. Diğerleride çok ciddi soğuk ısırıklarına maruz kaldılar.

1937’de Karl Wien tarafından bir ekspedisyon düzenledi. Rakhiot yüzünden yaptıkları tırmanışta,  IV. kampta iken gelen bir çığ,  Alman dağcıların tamamı ve Şerpalar da olmak üzere, toplam  16 kişinin ölümüne neden oldu.

1938 yılında Alman ekspedisyonları devam etti. Bu ekspedisyonlardan birinde yer alan Heinrich Harrer‘in, II. Dünya Savaşı’nın patlaması üzerine kaçışı, ”Tibet’te Yedi Yıl” adı altında hem kitaplaştırıldı, hem de filme alındı.

Nanga Parbat’a ilk çıkış, 1953 yılında, bir Avusturya-Alman ekspedisyonundan, Avusturyalı dağcı Hermann Buhl tarafından, 3 Temmuz günü Rakhiot  yüzünden yapıldı.

Bu dağın Türk çıkışı henüz yapılmamıştır. Tunç Fındık’ın 2013 yılındaki denemesi, ana kampı Talibanlı milislerin basarak 11 kişiyi öldürmeleri ile yarım kaldı. Tunç Fındık, bir İranlı dağcı ile beraber 2. kampta bulunması nedeniyle kurtuldu.

28 Haziran 2016 Salı

Destina

Dün gece sen uyurken
İsmini fısıldadım
Ve hayvanların korkunç
Öykülerini anlattım

Dün gece sen uyurken
Çiçeklere su verdim
Ve insanların korkunç
Öykülerini anlattım onlara

Dün gece sen uyurken
Yüreğim bir yıldız gibi bağlandı sana
İşte bu yüzden sırf bu yüzden
Yeni bir isim verdim sana Destina

Sen öyle umarsız uyusanda bir köşede
İşte bu yüzden sırf bu yüzden işte
Yaşamdan çok ölüme yakın olduğun için 
Seni bu denli yıktıkları için 
Yaşamımın gizini vereceğim sana Destina 


8 Haziran 2016 Çarşamba

Dünya’nın En Gelişmiş Robotları


Robot adı: Baxter
Ülke: ABD
Üretici: Renthink Robotics
Boy (cm): 190
Ne yapabiliyor: Küçük imalatçılara programlama ve esneklik sağladı.







Robot adı: Atlas
Ülke: ABD
Üretici: Boston Dynamics
Boy (cm): 188
Ne yapabiliyor: Gerçek dünya deneyimi yok, Darpa Robot Yarışmalarında yazılımları test etmek için kullanıldı.








Robot adı: PR2
Ülke: ABD
Üretici: Willow Garage
Boy (cm): 465
Ne yapabiliyor: Deneysel gelişmiş kişisel hizmet robotu





Robot adı: Schaft
Ülke: JAPONYA
Üretici: Google
Boy (cm): 146
Ne yapabiliyor: Darpa Robot Yarışması galibi. El yetilerinin yerini almak için tasarlanmış insansı robot









Robot adı: K6
Ülke: ALMANYA
Üretici: Kuka
Boy (cm): 203
Ne yapabiliyor: Endüstiyel robotların koşum atı, dünyanın her yerinde fabrikalarda kullanılıyor.








Robot adı: Hubo
Ülke: GÜNEY KORE
Üretici: KAIST
Boy (cm): 130
Ne yapabiliyor: Kore Gelişmiş Bilim ve Teknolojiler Enstitüsü’nün geliştirdi ve farklı araştırmalar için kullanıldı.








Robot adı: RoboSimian
Ülke: ABD
Üretici: NASA-JPL
Boy (cm): 120-170
Ne yapabiliyor: Çok amaçlı kollara sahip deneysel robot.




Robot adı: :Asimo
Ülke: JAPONYA
Üretici: Honda
Boy (cm): 120
Ne yapabiliyor: Honda’nın insanın karmaşık hareketlerini taklit edebilen ve insanlığa yardım etmesi
için ürettiği robot.









Robot adı: TUG
Ülke: ABD
Üretici: Aethon
Boy (cm): 120
Ne yapabiliyor: Hastanelerde çekici görevi görmek için geliştirilmiş karizması olmayan robot.










Robot adı: UBR-1
Ülke: ABD
Üretici: Unbounded Robotics
Boy (cm): 97
Ne yapabiliyor: Tek kollu mobil servis robotu, farklı görevler verilebiliyor.








Robot adı: Packbot
Ülke: ABD
Üretici: iRobot
Boy (cm): 200
Ne yapabiliyor: Irak’ta ve Afganistan’da birçok bombayı imha ederek değerini tam anlamıyla
kanıtlamış robot.






Robot adı: Paro
Ülke: JAPONYA
Üretici: AIST
Boy (cm): –
Ne yapabiliyor: Robot fok Paro ev hayvanı besleyemeyen yaşlı ve hastalara fayda sağlamak için geliştirildi.







Robot adı: Roomba
Ülke: ABD
Üretici: iRobot
Boy (cm): 35 (çapı)
Ne yapabiliyor: Yerleri temizleyen ve cilalayan dünyanın en bilinen robotu.







Robot adı: Phantom
Ülke: ÇİN
Üretici: DJI
Boy (cm):35 (çapı)
Ne yapabiliyor: Her yere girebilen ve herhangi bir kamera sistemine bağlanarak havadan fotoğraf
çekebilen robot.






Robot adı: Reaper
Ülke: ABD
Üretici: General Atomics
Boy (cm): -
Ne yapabiliyor: Saatlerce uçabilen ve uzaktan kontrol edilebilen misiller taşıyan arama ve imha
robotu.



Fatalizm (Kadercilik, Yazgıcılık)

Her şeyin önceden doğaüstü bir güç tarafından belirlendiğini ve hiç kimsenin bu yazgıyı değiştiremeyeceğini savunur. Önceden belirlenmiş bu yazgıdan ötürü birey özgür değildir, dolayısıyla sorumluluktan söz edilemez.

Fatalizm, cebriyye, kadercilik, yazgıcılık veya sabitkadercilik adlarıyla da bilinmekte olup, her şeyin önceden doğaüstü bir güç tarafından belirlenmiş olduğunu ve kimsenin bu belirlenmiş yazgıyı değiştiremeyeceğini ileri süren görüştür.

Fatalizm anlayışına göre, insan istesin istemesin, olaylar kendi iradesinden başka bir iradenin yönlendirdiği yönde gelişir ve insan iradesiyle ne kadar çaba harcarsa harcasın, sonuç daima üstündeki o iradeye göre gerçekleşir. Fatalizm determinizmi ve nedensellik kuralını ve insanın iradesinin özgür olduğunu kabul etmez. Bu anlayışa göre insan sevap ve günah işlemeye zorunludur ki, böylece sorumluluk da ortadan kalkmaktadır. İnsanın tüm eylemleri bir başka irade tarafından düzenlenmiştir. Daha açık bir deyişle, Tanrı’nın iradesi dışında irade yoktur, insandaki irade de Tanrı’nın iradesinin tecellisidir. Bu duruma göre, varlıkların ezelden ebede kadar yaptıkları her şey, otomatik bir faaliyet olup, varlıklar birer otomat, birer kukla durumuna düşmektedirler. Tanrı'nın varlığını kabul etmekle birlikte, evrende nedensellik kuralının geçerli olduğunu ve ruhların İlahi irade yasaları'nın gerekleri dahilindeki gelişimlerini özgür iradeleriyle belirlediklerini kabul eden neo-spiritüalistler fatalizmi bir hakikat yolu olarak görmezler.

Derleyen: Sosyolog Ömer YILDIRIM

Lend-Lease ( Ödünç Verme-Kiralama Programı )

Amerika Birleşik Devletlerinin, II. Dünya Savaşında, Hitler'e karşı savaşan devletlere yaptığı yardım programı. Ödünç Verme ve Kiralama Yasası, 1941 yılında Roosevelt tarafından ABD kongresine tasarı olarak sunuldu.

II. Dünya Savaşı başladığından Amerikan, kamuoyu, Almanya'ya karşıydı. Bunun nedeni, Hitlerin yayılmacı ve saldırı politikası, Yahudilere karşı tutumu, demokrasiye olan karşıtlığı, yapılan antlaşmaları çiğnemesidir. Ancak bu kötü imaj, savaşa girmeyi gerektirecek kadar etkili değildi. ABD I. Dünya Savaşı'nda aldığı dersten dolayı, çıkardığı tarafsızlık yasaları ile, savaştan uzak kalmayı tercih ediyordu. Ancak, savaş Almanya'nın lehine bir gelişme göstermeye başlayınca, ABD bu tarafsızlık yasalarında değişiklik yapılmasını gerekli gördü. Tarafsızlık yasalarına göre, ABD'den savaş malzemesi ihraç edilmesi yasaktı. Almanya ise bu durumdan yararlandı. 4 Kasım 1939'da yapılan bir değişiklikle, savaş malzemesinin ödenmesi olduğu ancak paranın peşin satışı serbest gerektiği ve mülkiyetinin hemen el değiştirmesinin şart olduğu açıklandı. Ancak yasalarda yapılan değişikliklerin İngiltere'ye yeterli olmayacağı anlaşıldı. İngiltere, para ve silah yardımı istiyordu. ABD Kasım 1940 yılında, İngiltere'ye 50 destroyer verdi. Vermesinin nedeni de, ABD'nin güvenliği, o dönemde İngiliz deniz gücüne bağlıydı. ABD en büyük yardımı, Kongreye sunduğu Ödünç Verme-Kiralama Yasa tasarısı ile gerçekleştirmeye çalıştı. Buna göre, Müttefiklere her türlü silah, hammadde, yedek parça ve yiyecek dahil her türlü yardım sağlanacaktı. Bu yardım 50 milyar dolaklıktı. 6 milyarı yiyecek, 4 milyarı hizmet, geriye kalanı ise savaş malzemesidir. Bu yardımın en büyük payının İngiltere almıştır: 31 milyar. Bunu 11 milyar ile Sovyetler Birliği, 3 milyar ile Fransa ve 1,5 milyar ile Çin izlemektedir. Yasa, tasarısı 11 Mart 1941 tarihinde, Kongre'den yasa olarak çıktı ve savaşın bitimine kadar yürürlükte kaldı (1941-1945).



ABD Başkanı Franklin D. Roosevelt Lend-Leas Yasasını imzalıyor.

Sosus ( sound surveillance system )

 Ses gözetleme sistemi için bir kısaltmadır. Dünyanın çeşitli noktalarında GIUK boşluğu (Grönland'a yakın Atlantik Okyanusu, İzlanda ve İngiltere'de) ve Pasifik Okyanusu'nun çeşitli yerlerinde- kurulu sualtı dinleme tesisleri zinciridir.

 Amerika Birleşik Devletleri Deniz Kuvvetleri ilk olarak boşluğu geçip Daha batı'daki hedeflere yönelen Sovyet denizaltılarını takip edebilmek amacı ile sistemi kurmuştur. ABD 1991 yılında SOSUS' un gizliliğini kaldırıp sivil amaçlar için kullanıma açmıştır.

SOSUS okyanus dibine boyunca stratejik noktalara yerleştirilen hidrofon (sualtı mikrofonları) diziler kullanılır. Hidrofonlar karadaki izleme istasyonlarına kablolarla bağlıdır. Tekil diziler öncelikle kıta yamaçları ve uzun menzilli akustik yayılımının dağılmaması için su altı dağlar gibi optimize edilmiş noktalara yerleştirilir. Okyanus ait ses kanalındaki kendi konumu ve bu büyük diyafram dizilerinin duyarlılığı, sistemin birkaç yüz kilometre çapında bir watt'dan daha az yayılan gücü algılamasını sağlar. Sistem o kadar hassastır ki eğitimli bir gözlemci gemi tipini belirleyebilir ve bazı durumlarda belirli bir gemiyi ayırt edebilir.

Monroe Doktrini

Milletlerarası ilişkilerde ve siyasi tarihte sözü sık edilen Monroe Doktrini, çok kısa şekilde basit ifadesiyle "Amerika Amerikanlılarındır" şeklinde tanımlanmakta ise de bu konuda biraz ayrıntı hukuki yönden gereklidir.

1823 yılında Amerikan Başkanı P. Monroe'nin Kongreye sunduğu bir mesajdan doğmuş bir politika anlayışı ve tutumudur. Bunda hakim olan üç görüş bulunmaktadır.

(a) Karışmazlık-non intervention-isteği: Çünkü o sıralarda Güney Amerika'daki İspanyol kolonilerinde bağımsızlık isyanları olmaktaydı ve Avrupa büyük devletlerinden oluşan Mukaddes İttifak (Sainte Alliance)'ın buralara müdahale ile koloniyalist çıkarlara hizmet için karışması istenmiyordu;

(b) Anti-koloniyalizm görüşü: O sıralarda Alaska'ya sahip bulunan Rusya'nın egemenliğini daha aşağılara doğru genişletmek niyetine-Kaliforniya'ya kadar-karşı çıkılıyordu;

(c) Kabuğuna çekilme (isolation) ilkesi: Sözkonusu mesajda, Amerika'nın Avrupa işleriyle ilgilenmeyeceği ve karışmayacağı ilkesi açıklanıyordu.

Yüzyılımızda ve hatta günümüzde bile zaman zaman Monroe Doktrini sözkonusu edilmekte ve bazı politik çevreler bunun tekrar yürürlüğe konmasını savunmaktadırlar.

Dogon Kabilesi

Dogon kabilesi Afrika'nın Mali cumhuriyetinde yaşar. Kabilenin nüfusu 250.000 civarındadır.
 
Dogonlar hakkında en fazla araştırma yapmış ve Dogon kültürünü Batı'ya tanıtmış etnolog Marcel Griaule'dür. Totemleri bulunan ve inisiyatik bir örgütlenmesi olan bu kabile, tradisyonlarını sözlü aktarım yoluyla sürdürmüştür. Tradisyonlarındaki astronomi bilgileri, özellikle Sirius sistemi hakkındaki bilgileri tüm astronomları şaşırtmıştır.

Afrika kabilelerinin çoğunda olduğu gibi Dogonların geçmişi de oldukça karanlıktır. Dogonların şu anda yaşadıkları Bandiagara Platosu’na 13. ve 16. yüzyıllar arasında yerleştikleri tahmin edilmektedir. İnsanbilimcilerin çoğu Dogonları “ilkel” olarak tanımlasalar da Dogonlar batı teknolojisine karşı olan ilgisizlikleri bir yana zengin ve bir o kadar da karmaşık bir dine ve yaşam felsefesine sahiptirler.

Dogonlar’ın ünü ortaya attıkları ilginç ve şaşırtıcı iddiadan ileri gelmektedir. Bu Batı Afrika kabilesi
atalarının dünyadan 86 ışık yılı uzaklıktaki Sirius yıldız sisteminden gelen uzaylılar tarafından eğitildiklerine inanmaktadır. Bu kadar ilkel ve her şeyden uzak bir biçimde yaşadıkları halde gökbilim alanında olağanüstü ayrıntılı bilgiye sahip olmaları da bu iddialarını desteklemektedir. 1931 yılında Fransız insanbilimcileri Marcel Griaule ve Germaniae Dieterlen Dogonlar’ı geniş çapta incelemeye karar vermiş ve 21 yıl boyunca Dogonlar’la yaşamışlardır. Bu iki insanbilimcinin araştırmaları Dogonlar hakkında pek çok bilinmeyenin keşfine olanak sağlamıştır.

Orion yıldız kuşağının hemen yanında bulunan ve Köpek Yıldızı olarak da bilinen Sirius yıldızı ve onun çevresinde döndüğüne inanılan yıldız ve gezegenler Dogon mitolojisinin temelini oluşturmaktadır. Dogonlar Sirius yıldızının en parlak yıldız olduğunu Sirius’un yanında çıplak gözle görülmeyen küçük yoğun ve sönük bir yıldızın daha bulunduğunu ve bu yıldızın tam konumunu biliyorlardı. Potolo olarak adlandırdıkları bu yıldızın dünyada bilinen tüm maddelerden daha ağır bir maddeden oluştuğuna ve Sirius’un çevresini 50 yılda döndüğüne inanmaktaydılar. Oysa ki batılı gök bilimciler 19. yüzyılın ortalarına kadar Dogonlar’ın bahsettiği bu soluk yıldızın varlığından bile habersizdiler. 1862 yılında Amerikalı gök bilimci Alvan Graham Clark yeni bir teleskopu denerken bu yıldızı keşfetmiş ve Sirius B ismini vermiştir. Ayrıca 1920’lerde ortaya çıkmıştır ki Sirius B bir “cüce yıldız”dır. Cüce yıldızlar oldukça soluk ışıklı küçük fakat yoğun yıldızlardır. Sirius B gerçekte Dünyadan daha küçük olmasına rağmen tıpkı Dogonlar’ın belirttiği gibi o kadar yoğundur ki kendisinden alınan bir çay kaşığı dolusu madde 5 ton ağırlığına gelir.

Daha da ilginci Dogonlar’ın bilgilerinin sadece bununla kalmayıp aynı zamanda modern dünyamızda ilk kez Galileo tarafından gözlemlenen Jüpiter’in dört uydusundan ve Satürn’ün yalnızca teleskopla görülebilen halkalarından da haberdar olmalarıdır. Dogonlar ayrıca sayısız yıldızın varlığına ve Dünyanın da içinde yer aldığı Samayolu’nun sarmal bir gücü olduğuna inanıyorlardı.

Dogonlar sahip oldukları bilgilerin çoğunu sembollerle anlatmışlardır ve bu sembollerinin temelinde Nommo'lar diye adlandırılan ve dünyayı uygarlaştırmak için uzaydan geldiğine inanılan hem karada hem de suda yaşayabilen varlıklardır. Dogon rahiplerine göre eski zamanlarda Sirius sistemindeki bir gezegenden dünyaya inen Nommolar sahip oldukları bilgileri o zamanki rahiplere öğretmiş onlar da bunları yeni kuşaklara anlatmışlardı. Nommolar dünyanın yaratıcıları olduğu kadar insanoğlunun ataları ve ruhsal ilkelerin koruyucuları “yağmuru yağdıran güçlerin ve suların mutlak sahipleri” idi.

Dogonlar üzerinde araştırma yapan Amerikalı bilim adamı Robert Temple bir Nommo uzay gemisinin gelişini ve dönerek yere inişini simgeleyen resimler bulmuştur. Geminin Dogon ülkesinin güneydoğusuna indiği söyleniyordu. Dogon rahipleri geminin inişini tanımlarken onun kuru toprağa indiğini ve oluşturduğu girdap dolayısıyla bol miktarda toz kaldırdığını anlatmaktadırlar. 

Dogonlar da Sirius’lu gezginlerin bir gün geri döneceğine inanmaktadırlar: “Göklerde bir yıldız belirecek ve bu Nommo’nun yeniden dirilişinin işareti olacak.” der bir yazıt . 

Dogonlar ve Sirius yıldızıyla aralarında kurdukları bağ UFO araştırmacılarının olduğu kadar yaratılış teorisyenlerinin astronomların ve bilim adamlarının da ilgisini çekmiş bu kabilenin kökenleri ve sahip oldukları derin astronomi bilgisine nasıl ulaştıkları hakkında pek çok araştırma yapılmıştır. Arkeolog-yazar Erich Von Daniken Dogon inançlarını kabullenmiş ve bu bilgileri geçmişte dünya dışı varlıkların dünyamızı ziyaret ettiğinin kesin bir kanıtı olarak yorumlamıştır. Gerçekten de “ilkel” Dogonlar’ın yüzyıllardır sahip olduğu bilgileri bilim henüz yeni yeni keşfetmektedir. Bunun son örneği Dogonlar’ın Sirius siteminde Emme Ya adını verdikleri ve Nommoların gezegeni olduğunu söyledikleri üçüncü bir yıldızın varlığından bahsetmeleridir. Bunun Popola (Sirius B)’dan dört kez daha hafif olduğunu yine Sirius B gibi 50 yıllık bir zamanda daha geniş bir yörünge çizdiğini ve her ikisinin çapları arasında bir dik açı oluştuğunu belirtiyorlar ve Emme Ya’nın bir de uydusu olduğunu söylüyorlar. Hakikaten de Dogonlar’ın Emme Ya’sı vardır ve o astronomlar tarafından ancak 1995 yılında keşfedilmiş olan Sirius C yıldızıdır! İşte bu Nommoların yaşadığı yıldızın keşfidir.. 

Nommo’nun Gemisi, Mali Cumhuriyeti’nde yaşayan Dogon yerlilerinin mitolojisinde Sirius yıldız sisteminden Dünya gezegenine “gönderilenler”i ifade eden bir terimdir. 

Nommo’nun gemisi terimi, Dogon inanışında, kimi zaman Sirius sisteminden Dünya’ya gelen maddi bir uzay gemisinden söz ediliyormuş gibi, kimi zaman da manevi anlamlar içeren bir sembol olarak kullanılmaktadır. 

Kuşaktan kuşağa aktarılagelmiş Dogon tradisyonuna göre, bu gemi, insan soyunun birer imalat olan atalarını içermektedir. Fakat atalar gemiye insan formunda değil tohum halinde koyulmuşlardır; geminin Dünya’ya iniş yolculuğu boyunca, embriyonun, insan cenininin ana rahminde geçirdiği oluşum evrelerini andıran çeşitli dönüşüm evreleri geçirirler ve gemi yeryüzüne konduğunda gemiden insan biçimine gelmiş olarak çıkarlar. Altmış bölmeli bu gemi yalnızca ataları değil, yirmiiki kategoride sınıflanan “yaratılış unsurları”nı ve “kelâm”ı da içerir. Gemideki bölmelerde tüm varlık türleri ve “oluş usulleri” vardır; fakat bunların yalnızca bir kısmı yeryüzüne indirilmiştir, dolayısıyla insanlar yalnızca bir kısmını bilmektedir.
Dogon İnanışları 

Dogon tradisyonunda Nommo’nun gemisiyle ilgili olarak belirtilen inanışlar şöyle özetlenebilir: 

*  Tanrı Amma dört erkek insanı dört unsurdan oluşturdu. 
* Amma bu dört erkek insanın dişi ikizlerini de yaptı. En yüksek gök katında imal edilen, yeryüzüne nakledilecek olan atalar dört çift idi. Bu dört çift insanlığın “Oğullar” denilen sekiz atası oldular. Onlar O-nommo’nun oğulları olarak kabul edilirler. O-nommo’nun plasentasının temsilcisi Sirius-A yıldızıdır. 
* Bu “Oğullar” gemiye tohum halinde koyuldular. 
* İniş hareketine geçmeden önce gemiye Sirius-B yıldızından po tohumu yüklendi. Amma’nın po’ya yerleştirdiği ve po’nun gemiye boşalttığı yaratılış unsurlarının oluşturduğu bütün 22 kategoriden oluşur. 
* Amma, zamanı geldiğinde, tüm yaratmış olduklarıyla dolu gemiyi rahminden çıkarttı ve yeryüzüne indirtti. 
* Gemi yeryüzüne sekiz dönemde (aşamada) indi. 
* İniş hareketi sırasında “parlayan Sirius-A yol gösterdi”. Yıldızların ilki, başlangıcı, en yüksek ‘Gök katı’nın merkezini kaplayan, “yıldızların direği” olan Sirius-B yıldızıdır; Amma’nın rahminden çıkan yıldızların sonuncusu ise, “alemin göbeği” ve “O-nommo’nun göbek kordonunu temsil eden” Sirius-A yıldızıdır. 
* Geminin iniş yolculuğu sırasında insanlar Sirius-A’nın parladığına tanık oldular. 
* Gemi, inişi sırasında bir ufuktan ötekine kadar tüm göğü kaplayan bir yay oluşturmuştu. 
* Gemi yere konduğunda ise insanlar ilk kez Güneş’in doğuşuna tanık oldular. 
* “Güneş doğduktan sonra Sirius yol gösterdi.” Güneş sistemimiz Sirius sistemi ile evlendi. 
* Oğullar en yüksek gök katından O-nommo ile çıktılar, iniş yolculuğunda anagonno-bile oldular, yeryüzüne konarken anagonno-sala oldular, yürümek için gemiden ayrıldıklarında ise “kişiler” haline geldiler. Gemi yere konduğunda dünyasal kirli toprak ile Nommo’nun saf toprağı karşılaşmış bulunuyordu. 
* Geminin asılı olduğu zincirin ucu Amma’nın elinde bulunuyordu. Bu zincir, Amma’nın “Oğullar” ve soylarından gelenler arasına yerleştirdiği çözülmez bir bağdır. 
* O-nommo aldığı kelâmı bağırarak bildirmesinden sonra, kelâmı insanlara aktarmakla da görevliydi. 
* Geminin 60 bölmeli içeriğinden şimdiye dek insanlara ancak 22 kategorisi açıklanmış, verilmiştir. Kelâmın insanlığa gelecekte aktarılacak kısmı Dünya’yı değişikliğe uğratacaktır. Nommo “kelâm” günü yine ortaya çıkacaktır. Bir zaman gelecek, Sirius-B yıldızı vaktiyle po tohumunun parıldamış olduğu gibi parıldayacak ve belirli bir dönem boyunca görünür olacaktır. 



2 Haziran 2016 Perşembe

YılmazÖzdil "Soykırım yalanıyla mücadele etmenin tek yolu var"

Türkiye'nin en güvenilir yazarlarından Yılmaz Özdil' in bugün kaleme aldığı köşe yazısında Ermeni Soykırımıyla alakalı işaret ettiği kitapların okunmasıyla ilgili köşe yazısını buradan paylaşıyorum. Bugüne kadar Ermeni soykırımını kabul eden ülkelerin ortaya sunmuş olduğu resmi bir belge olmamasına rağmen bu soykırımı kabul etmelerine karşın, bende soykırımın olmadığına dair, belgelerle ispatlanmış kitapların okunması ve incelenmesi adına bu kitapları işaret eden yazıyı sizlere sunuyorum. Bende bu kitapları henüz okumadım ama geçmiş zamanlarda farklı bloglarda yer alan ve bazıları yayınlanmış belgeleri görmüş biri olarak Ermeni Soykırımına inanmamaktayım.
Doğru bilgiye ulaşmak için bu kitapları okumamız ve bu uğurda yazılmış tüm kaynakları incelememiz gerektiğini düşünmekteyim. Umarım faydalı olabilmişimdir.
ilgili yazı;

Kamuran Gürün, Ermeni Dosyası… Ermeni örgütlenmelerini, bölge bölge Ermeni isyanlarını, Ermeni çetelerinin katliamlarını, nüfus hareketlerini, orijinal Ermeni belgeleriyle ortaya koyuyor. Tehcir sırasında yaşanan olayları, tüm resmi yazışmaları, verilen tüm emirleri, orijinal belgeleriyle “birinci ağızdan” anlatıyor.
*
Uluç Gürkan, Ermeni Katliamı Suçlaması Yargılama ve Karar… Malta yargılamasını orijinal İngiliz belgeleriyle gün ışığına çıkarıyor. Ermeni diasporasının sözde soykırım iddialarına, İngiliz ve Amerikan belgelerinin kıyaslamalı analizleriyle cevap veriyor.
*
Profesör Hikmet Özdemir, Salgın Hastalıklardan Ölümler… Varlığıyla onur duyduğumuz Profesör Hikmet Özdemir'in Ermeni meselesine dair tüm kitaplarını okumalısınız. Ancak, Salgın Hastalıklardan Ölümler'i özellikle önemsiyorum. Çünkü, birinci dünya savaşında Anadolu halkının salgınlara karşı çaresizliğini anlattığı bu kitap, o dönemin, tehcir atmosferinin görünmeyen yüzünü ortaya koyan yegane bilimsel eser.
*
İsmet Görgülü, Atatürk'ten Ermeni Konusu… Atatürk, Ermeni sorununa nasıl yaklaştı? Sözde soykırım iddialarına karşı hangi mücadele metodlarını geliştirdi? Neler dedi? Kurtuluş savaşında Ermeni yayılmacılığına karşı nasıl mücadele edildi? Belgelerle.
*
Bolhovitinov, 11 Aralık 1915 Tarihli Resmi Ermeni Raporu… Rus Kafkas Ordusu Kurmay Başkanı Tuğgeneral Bolhovitinov'un Çarlık makamlarına gönderdiği 65 sayfalık resmi rapor… Rusya Genelkurmay Arşivi'den çıkarılıp, Mehmet Perinçek tarafından Türkçe'ye çevrilen bu rapor, Rus ordusuna destek veren Ermeni çetelerinin tehcir öncesindeki katliamlarını “tanık” olarak anlatıyor.
*
Profesör Salahi Sonyel, Osmanlı Ermenileri… Ermeni isyanlarının nasıl başlatıldığını, Ermenilerin nasıl alet edildiğini, İngiliz belgeleriyle, resmi diplomatik yazışmalarla ortaya koyuyor.
*
İlker Başbuğ, Ermeni Suçlamaları ve Gerçekler… Osmanlı neden tehcir yapmak zorunda kaldı? Soykırım propagandası için yazılan “Mavi Kitap”ı yerlebir eden belgeler neler? Yabancı ülkelerin aldığı sözde soykırım kararlarının anlamı var mıdır? Ermenistan'a karşı Türkiye ne yapmalıdır? Tek tek cevaplanıyor.
*
Profesör Türkkaya Ataöv, Ermeni Belge Düzmeciliği… Ermeni lobilerinin kendi tezlerini güçlendirmek için başvurduğu belge sahtekarlıklarını ve tahrifatları, gerçek belgeleriyle çürütüyor.
*
Ovanes Kaçaznuni, Taşnak Partisi'nin Yapacağı Bir Şey Yok… Ermenistan'ın ilk başbakanı ve Taşnak partisinin kurucu liderlerinden olan Kaçaznuni'nin 1923'te Taşnak Partisi'nin konferansına gönderdiği raporun tam metni… Rusya tarafından kışkırtılan Ermenilerin hata yaptığını, silaha sarılıp Türkleri katlettiğini, bu yüzden tehcir edildiklerini birinci ağızdan anlatıyor.
*
Mehmet Perinçek, Rus Devlet Arşivlerinden 150 Belgede Ermeni Meselesi… Rusya'nın İngiltere'nin Fransa'nın Ermeni meselesindeki rolü neydi? Rus askeri mahkemeleri, hangi Ermenileri neden yargıladı? Çarlık generalleri Ermeni çeteleri hakkında neler dedi? Ermenileri kim, nasıl silahlandırdı? Adı üstünde… Rus Devlet Arşivleri'ndeki orijinal belgelerin birebir Türkçe tercümeleri.
*
Profesör Aysel Ekşi, Belgeler ve Tanıklarla Türk-Ermeni İlişkilerinde Tarihi Gerçekler… Onur Öymen, Şükrü Elekdağ, Gündüz Aktan, Bilal Şimşir, Profesör İlber Ortaylı, Profesör Hikmet Özdemir, Profesör Türkkaya Ataöv, Profesör Ümit Özdağ, Profesör Norman Stone, Profesör Erich Feigl'in makaleleri yeralıyor. İngiliz ve Fransız arşivlerinden orijinal belgelerin Türkçesi aktarılıyor.
*
Profesör Yusuf Halaçoğlu, Ermeni Tehciri… Hangi Ermeniler mecburi iskan dışında tutuldu? Kafileler hangi güzergahları kullandı? Toplanma merkezleri, tren istasyonları… Nerelerden, kaç kişi, nerelere gitti? Osmanlı arşivlerindeki orijinal belgeler.
*
Profesör Justin McCarthy, Ölüm ve Sürgün… Neredeyse kızılderilileri bile soykırdığı iddia edilen biz Türklerin, emperyal güçler tarafından kitlesel olarak nerelerde katledildiğini, nasıl sürüldüğünü anlatıyor.
*
Profesör Taha Niyazi Karaca, Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey Olayı… Amerikan ve Fransız misyonerlerin kışkırtmalarını, Ermeni çetecileri ve İngilizlerin iftira propagandasını anlatıyor.
*

Samiha Ayverdi, Türkiye'nin Ermeni Meselesi… Ermenilerin nasıl maşa olarak kullanıldığını, etnik-dini kökenlerin nasıl kaşındığını, kimin mazlum, kimin asıl suçlu olduğunu ortaya koyuyor.
*

Profesör Ümit Özdağ/Özcan Yeniçeri, Ermeni Psikolojik Savaşı… İstiklal savaşında İstanbul'dan Anadolu'ya adam kaçıran Pandikyan efendi'ye, Kuvayi milliye'ye silah alınmasına yardım eden Keresteciyan efendi'ye, Türk istihbaratının vefakar parçası Benliyan efendi'ye ve Asala terörünü protesto etmek için Taksim meydanında kendini yakan Türk Ermenisi Artin Penik'e ithaf edilen bu kitap… Türk ve dünya kamuoyunu etkilemek için yürütülen psikolojik savaşı deşifre ediyor, psikolojik savaşın tekniklerini ortaya koyuyor.
*
Değerli gençler…
*
100 senelik iftiraya, soykırım iddiasına karşılık verebilmenin, başaçıkabilmenin, mücadele edebilmenin tek yolu, bilgi sahibi olmaktır. Bu kitapları okuyun. Kendinizi donanımlı hale getirin.
*
Hepsini buraya sığdırabilmem mümkün değil, bazı örnekler verdim. Lütfen, bu kitapları yayınlayan yayınevlerine başvurun, Ermeni meselesine dair başka hangi kitapları okumanız gerektiğini sorun.
*
Doğru adreslere başvurmanız çok önemli.
*
Çünkü… Tehlike ve tehdit, zannettiğinizden büyüktür. Bugün piyasada bulunan Ermeni meselesine dair kitapların neredeyse yarısına yakını, diaspora gözlüğüyle, satılık kalemler tarafından yazılmıştır. Bu konuyla alakalı yeterli bilgisi olmayan insanları kandırmaya, etkilemeye, yalana inandırmaya yöneliktir.
*
Yukarıda örneklerini verdiğim kitaplara dikkat ederseniz… Aralarında bir tane bile “badem” yoktur. Çünkü… Devrimci, ülkücü, sağcı, solcu ayrımı yapmadan, tüm yurtseverler, tüm Atatürkçüler bu yalana karşı mücadele veriyor ama, bademler kılını bile kıpırdatmıyor.
*
Kendisine “Osmanlı” süsü veren bademlerden, Ermeni meselesiyle alakalı kitabı olan, bu meseleye kafa yoran tek kişi bile bulamazsınız.
*
Badem iktidarının soykırıma karşı mücadele etmesini beklemek, Papa'nın müslüman olmasını beklemeye benzer. Saray'ın müştemilatı haline gelen devletten de fayda yoktur.
*
Değerli gençler…
*
Bizim jenerasyonun angutluğu yüzünden, kabak maalesef sizin başınıza patladı. Görev size düşüyor. İşlemediğiniz suçun utancını yaşamayın.
*
İnsan bilmediği şeyden korkar.
Okuyun.
Cesur olun.

Yılmaz Özdil


31 Mayıs 2016 Salı

Eugene Podkletnov ( Yer çekiminin engellenmesi )

1996 yılında Finlandiya' daki Tampere Üniversitesi, dünyada araştırmacıların öfkesini çeken genç bir araştırmacıyı azletti. Adı Eugene Podkletnov olan araştırmacı bundan önce Moskova' da lisansüstü derecesini almış ve Tampere' ye doktorasını yapmaya gelmişti.
1992 yılında yayınladığı makalesinde, süper-iletkenlerden yapılan bir diski döndürerek üstündeki yerçekimini azaltmayı başardığı deneyini açıkladı. Raporunda yazılana göre dönen diskin üzerindeki yerçekimi normal değerinin % 0,3 altındaydı. Bu makale zamanında hiç ilgi uyandırmadı. Podkletnov 1996 yılında önemli bir dergi olan British Journal of physics' e meslektaşıyla birlikte laboratuvarında geliştirdiği yeni bir tekniği kullanarak diskin üzerindeki yerçekimini % 2 oranında azalttıkları deneylerle ilgili bir makale gönderdi. Bu sefer makalesi incelendikten sonra ileride bir sayıda yayınlanmasına karar verildi.
Ancak derginin o sayısı basılmadan önce, derginin çalışanlarından biri olan Ian sample tüm hikayeyi İngiliz Sunday Telegraph' ın bilim muhabiri Robert Matthews' a sızdırdı. Böylece 1 Eylül 1996' da Matthews manşetten Finlandiyalı bilim adamlarının dünyanın ilk antigravite aracını ortaya çıkaracağını yazdı. Aynı gün, manşetin bilim adamlarında neden olduğu öfkenin ardından, Podkletnov' un çalıştığı laboratuvarın başkanı
gazetelere bir savunma yazdı; genç araştırmacının deneyi kendisinin bilgisi olmadan gerçekleştirdiğini ve bu yüzden bu araştırmayı desteklemediğini vurguladı. Bundan hemen sonra  Podkletnov,2 un araştırma ortağı deneylerle ve kendi adını da içeren makaleyle ilişkisini inkar etti. Mahkemeden İsminin bu projeyle anılmasını yasaklayan bir emir çıkarttı; bu kişinin adı hala bilinmiyor.
Ortaya çıkan karmaşa Podkletnov' u makalesini geri çekmesine neden oldu. Yerçekimini iptal etmediğini, karşısına çıkn bilim adamları bilimsel açıdan bunun imkansız olduğunu söylemişti, yerçekiminin sadece önünün kestiğini vurguladı. Bu makale hiçbir zaman British Journal of physics'e kabul edildiği şekliyle yayınlanmadı. Buna rağmen deneyini yaptığı laboratuvara yeniden girmesine izin verilmedi ve Moskova' ya dönerek aracını geliştirmeye devam etti.
Bundan seneler sonra Podkletnov yeniden uluslararası bir fırtına yarattı. İtalyan fizikçi Giovanni Modanese'yle birlikte yerçekimini iten sürekli bir ışın yaratabilen bir araç tasarladığını açıkladı. Görgü tanıklarına göre bu araç 15 metre uzaklıkta bir binadaki sarkacı hareket ettirebiliyordu. Eleştirmenlerin tereddütleri sonucunda Podkletnov ışının biyolojik dokulara zararlı olabileceğini kabul ederek bu deneylerini tekrarlamadı.


Alıntı: 2050 kitabından Prof. David Passing