Ahmet Naci Bey..
- Rönesans prensi gibi yetiştirilmiş
bir adam. Ailesi, varlıklı ve aristokrat. Dedesi Bağdat kadısı, babası
Galip Bey, Ayan azası. Çamlıca’da bembeyaz saçaklı, işlemeli tavanlı
muhteşem bir köşkte yaşıyor. Ve ailesi bu genç adamı, iyi bir tahsil
alsın diye İskoçya’ya Glasgow’a yolluyor...
Olga Cynthia..
- Londra’da bir resepsiyonda tesadüfen
Ahmet Naci Bey’in yanında oturan çok güzel bir İngiliz kadın. Yanındaki
genç adama bakıyor ve gülümsüyor. Belli etmemeye çalışmasına rağmen,
Ahmet Naci Bey’in dişinin ağrıdığını anlıyor. Anlamamaya olanak yok
zaten, yüzü arı sokmuş gibi şişmiş. Olga, dişi apse yapan bu adamı görür
görmez aşık oluyor.
Olga Cynthia, Hyde Park’ta ata bindiğini söylüyor, Ahmet Naci Bey de
ertesi sabah soluğu Hyde Park’ta alıyor. Birlikte at biniyorlar, yemeğe
gidiyorlar. Gözlerini birbirlerinden alamıyorlar. Ahmet Naci Bey de
Olga’ya vurulmuş durumda. Bu İngiliz kadından kopmak istemiyor. Aksi
gibi, tahsilini de tamamlamış, ülkesine dönüp, hariciyeci olarak
çalışması gerekiyor. Ne yapsa? İmkanı olsa onu cebine koyacak,
Türkiye’ye götürecek. "Yeri ve zamanı olmayabilir ama benim karım ve
çocuklarımın annesi olur musun? Benimle evlenip, Türkiye’ye gelir
misin?" diyor.
Olga Çığlık atıyor. "Çok isterim ama ne yazık ki imkansız!" diyor. Evet ama Jack var!
Jack, Olga’nın minik oğlu...
Olga Cynthia’nın ailesinin, gezginci bir tiyatro kumpanyası var. Annesi,
babası da oyuncu. Babası ölünce, annesi bir başka adamla Avustralya’ya
kaçıyor. Olga’yı da anneannesine bırakıyor. Anneanne de 16 yaşındaki bu
kızla nasıl başa çıkacağını bilemiyor. İyisi mi onu evlendireyim diyor.
Kader bu ya, harbe giden koca dönmüyor ve geride 16 yaşında hamile bir
genç dul bırakıyor.
Ahmet Naci Bey, Olga’ya sıkı sıkı sarılıyor, "Hiç sorun değil" diyor,
"Hiçbir yere bırakmıyorum sizi. Geliyorsunuz. Hemen şimdi. Sen, ben ve
oğlumuz, Türkiye’ye gidiyoruz..."
İşgal yılları. Ruslar, İngilizler, Yunanlılar, İtalyanlar ülkeyi bölmeye
çalışıyorlar. Zor ve karışık zamanlar. Herkesin herkese şüpheyle
baktığı yıllar. Bizimkiler Orient Express’le Sirkeci’ye geliyorlar.
Vapura biniyorlar ve Üsküdar’a geçiyorlar. İngiliz annemin, nefesi
kesiliyor İstanbul’un güzelliği karşısında. O Boğaz’a bakmaya kıyamıyor.
Savaş da neymiş, o dünyanın en mutlu kadını, sevdiği adamın peşine
takılıp gelmiş. Onun için müthiş bir macera. Faytona binip Çamlıca’ya
babamın ailesinin yaşadığı köşke geliyorlar. Dantela gibi saçakları olan
beyaz bir köşk. İşte kabus, o köşkte başlıyor...
Ama her şeye göğüs geriyor Olga. Hatta sevdiği adam uğruna kara çarşafa bile
giriyor. Müslüman oluyor ve Nadide ismini alıyor. Londralı Olga Cynthia,
oluyor Bandırmalı Nadide...
Nüfus idaresindekiler, "Dini Müslüman, adı Nadide, bunun doğum yeri
Londra olamaz, yanlış yazmışlardır, olsa olsa Bandırma’dır" diyorlar.
Yeni bir kanun çıkıyor: "Hariciyecilerin karısı yabancı olamaz." Bu
kanun, bizim hayatımızın dönüm noktası oluyor, hayatımızın içine ediyor.
Gerçi İsmet İnönü, babama şöyle pratik bir formül öneriyor: "Resmen
boşan, ama birlikte yaşa." Öyle yapan dışişleri mensupları var. Ama
babam bunu, aşkı uğruna memleketini, ailesini terk eden karısına bir
hakaret olarak algılıyor, "Hayır efendim" diyor, "Mesleğimden vazgeçerim
ama karımdan vazgeçmem." İstifa ediyor. Ivır zıvır işler yapmaya
başlıyor, gazetelerde tercümanlık filan. Sonra Ankara’da Ziraat
Bakanlığı’nda iş buluyor. Ama esas olarak, mesleğinden olunca babamın
hayatı kayıyor diyor Yıldız Kenter.
Fakr-u zaruret. En son ben doğmuşum Çamlıca’daki köşkte. Ama bütün
eşyalar zaten satılmış. Beni saracak bez yok, çarşaflar yırtılıyor
filan. Sonra köşk de satıldı. Ben kendimi bildim bileli fakirdik. Ama ne
yoksulluk. Gözümü kapatıp geçmişi düşününce, hep aynı kare geliyor
gözümün önüne, bir evden bir başka eve taşınıyoruz, daha ucuz diye. Bir
araba tutulur, İngiliz anne öne sürücünün yanına oturur, arkaya da, soba
boruları, tel dolaplar filan, tıngır mıngır yeni eve gideriz. Ankara’da
ve İstanbul’da hep fakir semtlerde yaşadık. Aile nüfusu da artıyor.
Annem güya Türk kadınlarını eleştiriyor, "Aman bunlar da tavşan gibi
doğuruyor!" diye. "Ama anne biz de 6 kardeşiz" diye hatırlattığımızda
susup, duymazlığa geliyor.
İngiliz gávur ana, her daim sarhoş bir baba... Ama sevgi dolu bir aile.
Fakirdik ama mutluyduk. Babam, içmediği zamanlarda inanılmaz iyi bir
insandı. Müthiş bir centilmen. Evimiz dağınıktı, annem tertiple düzenle
pek ilgilenmezdi. Zaten bütün bu sefaletimize rağmen, evde hep bir
yardımcı vardı, nereden nasıl bulunurdu, onlara para ödenir miydi
bilmiyorum. Hepsi de bizim evimizde yatarlardı. Ama ev, zaten yol geçen
hanı gibiydi. Hastaneden çıkartılmış, 2 çocuklu kadın, sokakta dilenen
bir nine, zerzavatçı, Mösyö Dörö diye bir kaçak Fransız, Cok diye İskoç,
bir de üstüne sokak kedileri, köpekleri... Garip bir aileydik. Etraftan
tuhaf bakarlardı. Bir gün hiç unutmuyorum, yine kavga ettiler, babam
hepimizi evden kovdu. Sarhoştu. Annem de topladı bizi, babamın
arkadaşlarından birinin evine gittik. E orada kalacak halimiz yok ya,
akşam geri döndük tabii. O da ne! Bütün komşular pencerede, ne oluyor
diye bir baktık, babam var olan üç beş parça eşyamızı toplamış, kapının
önüne yığmış. Komşular soruyor, ne oluyor diye. Evde badana var da
diyoruz, babamızı korumaya çalışıyoruz. Bu arada baba aç kapıyı diyoruz,
açmıyor. Bulaşık kapları, domatesler ve tuzluklarla birlikte biz de
bekliyoruz, kapının önünde....
Babam, aşkının bedelini çok ağır ödedi, kendini içkiye vurdu. Bir de
tabii şu var: Güçlü biri değildi, zaafları vardı. İnsanın 6 çocuğu
varken, bulduğu üç beş kuruşu içkiye harcaması normal bir şey değil.
Ayıkken parayı kitaplardan birinin içine saklardı, sonra nereye
koyduğunu unuturdu. Biz bulurduk, o parayla yemek yemek isterdik,
üzerimize atlardı, boğuşurduk, parayı elimizden alır, sobaya atardı,
bize kızdığı için. Bir başka sefer, yine onun elinden para kapmak
istiyoruz, üzerine çıkıyoruz filan, annem bu sefer, "Sevgilimi, kocamı
rahat bırakın! Sizi terbiyesiz çocuklar!" diye bize saldırıyor. Annem,
hayatı boyunca Naci’sini korudu, bizden bile...
İçmediği zamanlar mükemmeldi. Dünyanın en iyi babasıydı. İnanılmaz
şefkatli, bilgili, araştıran, yardım eden. Ve 6 ay içmediği zaman
olurdu. Sıradışı bir alkolikti. Ama sonra bir başlardı, tut
tutabilirsen...
Peki bunca sorun içerisinde bu aile nasıl ayakta kalmayı başardı sorusu üzerine..
Yıldız Kenter'in cevabı: Aşk!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder