28 Ekim 2015 Çarşamba

Olga Cynthia ( Nadide Kenter )

Ahmet Naci Bey..

- Rönesans prensi gibi yetiştirilmiş bir adam. Ailesi, varlıklı ve aristokrat. Dedesi Bağdat kadısı, babası Galip Bey, Ayan azası. Çamlıca’da bembeyaz saçaklı, işlemeli tavanlı muhteşem bir köşkte yaşıyor. Ve ailesi bu genç adamı, iyi bir tahsil alsın diye İskoçya’ya Glasgow’a yolluyor...

 Olga Cynthia..

- Londra’da bir resepsiyonda tesadüfen Ahmet Naci Bey’in yanında oturan çok güzel bir İngiliz kadın. Yanındaki genç adama bakıyor ve gülümsüyor. Belli etmemeye çalışmasına rağmen, Ahmet Naci Bey’in dişinin ağrıdığını anlıyor. Anlamamaya olanak yok zaten, yüzü arı sokmuş gibi şişmiş. Olga, dişi apse yapan bu adamı görür görmez aşık oluyor.

Olga Cynthia, Hyde Park’ta ata bindiğini söylüyor, Ahmet Naci Bey de ertesi sabah soluğu Hyde Park’ta alıyor. Birlikte at biniyorlar, yemeğe gidiyorlar. Gözlerini birbirlerinden alamıyorlar. Ahmet Naci Bey de Olga’ya vurulmuş durumda. Bu İngiliz kadından kopmak istemiyor. Aksi gibi, tahsilini de tamamlamış, ülkesine dönüp, hariciyeci olarak çalışması gerekiyor. Ne yapsa? İmkanı olsa onu cebine koyacak, Türkiye’ye götürecek. "Yeri ve zamanı olmayabilir ama benim karım ve çocuklarımın annesi olur musun? Benimle evlenip, Türkiye’ye gelir misin?" diyor.

 Olga Çığlık atıyor. "Çok isterim ama ne yazık ki imkansız!" diyor. Evet ama Jack var!

Jack, Olga’nın minik oğlu...

 Olga Cynthia’nın ailesinin, gezginci bir tiyatro kumpanyası var. Annesi, babası da oyuncu. Babası ölünce, annesi bir başka adamla Avustralya’ya kaçıyor. Olga’yı da anneannesine bırakıyor. Anneanne de 16 yaşındaki bu kızla nasıl başa çıkacağını bilemiyor. İyisi mi onu evlendireyim diyor. Kader bu ya, harbe giden koca dönmüyor ve geride 16 yaşında hamile bir genç dul bırakıyor.

Ahmet Naci Bey, Olga’ya sıkı sıkı sarılıyor, "Hiç sorun değil" diyor, "Hiçbir yere bırakmıyorum sizi. Geliyorsunuz. Hemen şimdi. Sen, ben ve oğlumuz, Türkiye’ye gidiyoruz..."

 İşgal yılları. Ruslar, İngilizler, Yunanlılar, İtalyanlar ülkeyi bölmeye çalışıyorlar. Zor ve karışık zamanlar. Herkesin herkese şüpheyle baktığı yıllar. Bizimkiler Orient Express’le Sirkeci’ye geliyorlar. Vapura biniyorlar ve Üsküdar’a geçiyorlar. İngiliz annemin, nefesi kesiliyor İstanbul’un güzelliği karşısında. O Boğaz’a bakmaya kıyamıyor. Savaş da neymiş, o dünyanın en mutlu kadını, sevdiği adamın peşine takılıp gelmiş. Onun için müthiş bir macera. Faytona binip Çamlıca’ya babamın ailesinin yaşadığı köşke geliyorlar. Dantela gibi saçakları olan beyaz bir köşk. İşte kabus, o köşkte başlıyor...

 Ama her şeye göğüs geriyor Olga. Hatta sevdiği adam uğruna kara çarşafa bile giriyor. Müslüman oluyor ve Nadide ismini alıyor. Londralı Olga Cynthia, oluyor Bandırmalı Nadide...

 Nüfus idaresindekiler, "Dini Müslüman, adı Nadide, bunun doğum yeri Londra olamaz, yanlış yazmışlardır, olsa olsa Bandırma’dır" diyorlar.

 Yeni bir kanun çıkıyor: "Hariciyecilerin karısı yabancı olamaz." Bu kanun, bizim hayatımızın dönüm noktası oluyor, hayatımızın içine ediyor. Gerçi İsmet İnönü, babama şöyle pratik bir formül öneriyor: "Resmen boşan, ama birlikte yaşa." Öyle yapan dışişleri mensupları var. Ama babam bunu, aşkı uğruna memleketini, ailesini terk eden karısına bir hakaret olarak algılıyor, "Hayır efendim" diyor, "Mesleğimden vazgeçerim ama karımdan vazgeçmem." İstifa ediyor. Ivır zıvır işler yapmaya başlıyor, gazetelerde tercümanlık filan. Sonra Ankara’da Ziraat Bakanlığı’nda iş buluyor. Ama esas olarak, mesleğinden olunca babamın hayatı kayıyor diyor Yıldız Kenter.

 Fakr-u zaruret. En son ben doğmuşum Çamlıca’daki köşkte. Ama bütün eşyalar zaten satılmış. Beni saracak bez yok, çarşaflar yırtılıyor filan. Sonra köşk de satıldı. Ben kendimi bildim bileli fakirdik. Ama ne yoksulluk. Gözümü kapatıp geçmişi düşününce, hep aynı kare geliyor gözümün önüne, bir evden bir başka eve taşınıyoruz, daha ucuz diye. Bir araba tutulur, İngiliz anne öne sürücünün yanına oturur, arkaya da, soba boruları, tel dolaplar filan, tıngır mıngır yeni eve gideriz. Ankara’da ve İstanbul’da hep fakir semtlerde yaşadık. Aile nüfusu da artıyor. Annem güya Türk kadınlarını eleştiriyor, "Aman bunlar da tavşan gibi doğuruyor!" diye. "Ama anne biz de 6 kardeşiz" diye hatırlattığımızda susup, duymazlığa geliyor.

 İngiliz gávur ana, her daim sarhoş bir baba... Ama sevgi dolu bir aile. Fakirdik ama mutluyduk. Babam, içmediği zamanlarda inanılmaz iyi bir insandı. Müthiş bir centilmen. Evimiz dağınıktı, annem tertiple düzenle pek ilgilenmezdi. Zaten bütün bu sefaletimize rağmen, evde hep bir yardımcı vardı, nereden nasıl bulunurdu, onlara para ödenir miydi bilmiyorum. Hepsi de bizim evimizde yatarlardı. Ama ev, zaten yol geçen hanı gibiydi. Hastaneden çıkartılmış, 2 çocuklu kadın, sokakta dilenen bir nine, zerzavatçı, Mösyö Dörö diye bir kaçak Fransız, Cok diye İskoç, bir de üstüne sokak kedileri, köpekleri... Garip bir aileydik. Etraftan tuhaf bakarlardı. Bir gün hiç unutmuyorum, yine kavga ettiler, babam hepimizi evden kovdu. Sarhoştu. Annem de topladı bizi, babamın arkadaşlarından birinin evine gittik. E orada kalacak halimiz yok ya, akşam geri döndük tabii. O da ne! Bütün komşular pencerede, ne oluyor diye bir baktık, babam var olan üç beş parça eşyamızı toplamış, kapının önüne yığmış. Komşular soruyor, ne oluyor diye. Evde badana var da diyoruz, babamızı korumaya çalışıyoruz. Bu arada baba aç kapıyı diyoruz, açmıyor. Bulaşık kapları, domatesler ve tuzluklarla birlikte biz de bekliyoruz, kapının önünde....

  Babam, aşkının bedelini çok ağır ödedi, kendini içkiye vurdu. Bir de tabii şu var: Güçlü biri değildi, zaafları vardı. İnsanın 6 çocuğu varken, bulduğu üç beş kuruşu içkiye harcaması normal bir şey değil. Ayıkken parayı kitaplardan birinin içine saklardı, sonra nereye koyduğunu unuturdu. Biz bulurduk, o parayla yemek yemek isterdik, üzerimize atlardı, boğuşurduk, parayı elimizden alır, sobaya atardı, bize kızdığı için. Bir başka sefer, yine onun elinden para kapmak istiyoruz, üzerine çıkıyoruz filan, annem bu sefer, "Sevgilimi, kocamı rahat bırakın! Sizi terbiyesiz çocuklar!" diye bize saldırıyor. Annem, hayatı boyunca Naci’sini korudu, bizden bile...

 İçmediği zamanlar mükemmeldi. Dünyanın en iyi babasıydı. İnanılmaz şefkatli, bilgili, araştıran, yardım eden. Ve 6 ay içmediği zaman olurdu. Sıradışı bir alkolikti. Ama sonra bir başlardı, tut tutabilirsen...

Peki bunca sorun içerisinde bu aile nasıl ayakta kalmayı başardı sorusu üzerine..
Yıldız Kenter'in cevabı: Aşk!


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder