26 Haziran 2015 Cuma

Dreyfus olayı ve Emile Zola’nın “İtham ediyorum” açık mektubu

Bir yüzbaşıydı Alfred Dreyfus, Fransız ordusunda... Bir kusuru vardı, Yahudi olmak... Sadece Almanya’ya özgü değildi o günlerde Yahudi düşmanlığı... Yüzbaşı Alfred Dreyfus, Alman Askeri Ataşesi Von Schwartzkoppen’e bazı gizli askeri belgeleri gönderdiği gerekçesiyle tutuklandı. Dreyfus daha yargılanmadan Fransız basını hükmünü vermişti bile. Gazeteler, Dreyfus’ü suçlu ilan etti. Yahudi düşmanlığını kışkırtan başlıklarla birlikte... Ya deliller? Hiç de yeterli değildi ama Dreyfus ile ilgili adli soruşturma açılmasına karar verildi.
Dreyfus davası 1894’de başlar. Alman Askeri Ataşesi’nin çöp sepetinde bulunan ve Dreyfus’ün el yazısına benzeyen bir yazıyla kaleme alındığı ileri sürülen belge, tek delildir. Dreyfus, yazının kendisine ait olmadığını söyler, ancak kimseyi inandıramaz. Savaş Bakanı, istihbarat servisinin Dreyfus hakkında hazırladığı ’gizli dosya’yı, sanığın ve savunma avukatının haberi olmadan gizlice askeri yargıçlara gönderir. Yargıçlar da savunma hakkını ve muhakeme usulünü hiçe sayan bu durum karşısında üç maymunu oynamayı tercih eder. Çok geçmeden Dreyfus 7 yargıcın oybirliğiyle ihanet suçundan mahkum edilir. Rütbesi sökülür, müebbete mahkum olur. Temyiz başvurusu da sonuç vermez. Dreyfus cezasını çekmek üzere Şeytan Adası’na götürülür. Hani şu ’Kelebek’ romanındaki cehenneme... Dreyfus, cezasını çekerken, Fransa’da müthiş bir mücadele başlar. Suçsuzluğuna inananlarla Dreyfus üzerinden Yahudi düşmanlığını pekiştirenler arasında yaşanan bu mücadeleye, ordu, meclis, hükümet, basın ve aydınlar da müdahil olur.

Tartışmalar sürer gider, Dreyfus taraftarlarının tüm girişimleri engellenir, zorlayanlar cezalandırılır. Dreyfus’ün mahkum olmasından iki yıl sonra askeri istihbaratın başına geçen Binbaşı Picquart, Dreyfus dosyasını ayrıntılı bir şekilde inceledikten sonra gerçek suçlunun, çizelgeyi kaleme alan subay olduğunu ileri sürer. Picquart, Dreyfus davasının yeniden görülmesi gerektiğini savununca kendisini Tunus’a sürgüne gönderilmiş olarak bulur. Bu arada suçlanan subay da askeri mahkemede beraat eder. Mücadele o kadar kızışmıştır ki, Savaş Bakanı, aralarında Emile Zola’nın da bulunduğu belli başlı Dreyfus’çülerin, devletin güvenliğini tehlikeye atmaktan ve anayasal düzene karşı komplo düzenlemekten dolayı Yüce Divan’da yargılanmalarını dahi talep eder. Dreyfus’ün suçsuz olduğunu savunan yazarlar da cezadan payını alır. Zola, Şubat 1898’de L’Aurore gazetesinde “Suçluyorum” başlıklı ünlü yazısını yayımlar. Esterhazy’yi beraat ettiren yargıçların ordudan bu yönde emir aldıklarını açıklar... Bir yıl hapis ve 3 bin frank para cezasına çarptırılır. İngiltere’ye kaçar...

Zaman geçer, rüzgar tersine döner. Olaylar Dreyfus’ün lehine gelişmeye başlar. Dreyfus’ün mahkumiyetinde kullanılan belgelerin askeri istihbaratta görevli bir albay tarafından düzmece bir şekilde hazırlandığı ortaya çıkar. Albay intihar eder. Askeri mahkemenin beraat ettirdiği Esterhazy de Dreyfus’ün mahkum olmasına neden olan çizelgeyi kendisinin yazdığını itiraf eder. Bu olaylar üzerine Dreyfus davası yeniden başlar. Eylül 1899’da askeri mahkeme, adli hatayı kabul etmek yerine, Dreyfus’ü bu kez hafifletici nedenleri dikkate alarak 10 yıl hapse mahkum eder. Dreyfus yeniden Şeytan Adası’na gönderilir. Ancak, çok geçmeden Cumhurbaşkanı, Dreyfus’ü affettiğini açıklar. Dreyfus’ün tam olarak aklanması ise 1906’da yeniden yargılanmasıyla mümkün olur...

20. yüzyılın başlarında tüm Fransa'yı altüst eden Dreyfus olayı, adaletin yanılmasının ve yüksek siyasete kurban edilmesinin ne ilk ne de son örneğidir. Hemen her ülkenin ve dönemin Dreyfus'ları olmuştur ve olacaktır. Ancak, Dreyfus olayından çıkarılacak önemli derslerin olduğu da kesindir. Basını, yargısı, siyaset adamı, ordusu ve aydınıyla bütün bir toplumun bu dersleri çok iyi okuması gerekmektedir. Bir kere, Dreyfus olayı, hukuk ve siyaset arasındaki ilişkinin zannedildiği gibi bağımsızlık değil, bağlılık esasına dayandığını göstermiştir. Bu yönüyle Dreyfus davası, hukuku "siyasetin farklı araçlarla devamı" olarak gören realist hukuk ekolünün argümanlarını destekleyen tarihi bir örnektir. Diğer yandan, sonuçları itibarıyla bu dava, yargının hem siyasal hem de bürokratik iktidarın etkisinden bağımsız olması gerektiğini göstermiştir.

Émile Zola’nın dönemin Cumhurbaşkanı’na yazdığı açık mektupla, ‘Suçluyorum’la başlamıştı. ‘Benim tek bir tutkum var, öylesine çok acı çekmiş ve mutluluğu haketmiş olan insanlık adına, ışık tutkusu. Ateşli karşı çıkışım ruhumun çığlığından başka birşey değil.’


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder