19 Aralık 2015 Cumartesi

Scientology



ABD merkezli bir tarikat var: Scientology!..
Tom Cruise’dan, John Travolta’ya, Juliette Lewis’tan, Kirstie Alley’ye kadar Hoollywood ünlülerini mürit yapan bu tarikatın dünyada 8 milyon üyesi, 3 bin kilisesi ve 159 ülkede irtibat bürosu var.
50 yıl önce Ron Hubbard tarafından kurulan ve amacı; dünyaya hükmetmek olan tarikatın mensupları kimi ülkelerde ne tür gizli işlere karıştı? Hangi ülkeler tarikatı casusluk faaliyeti nedeniyle yasakladı?..

Adı, La­fa­yet­te Ro­nald Hub­bard…
“Ron Hub­bar­d” adıy­la bi­lin­di…
13 Mart 1911, Til­den/ Neb­ras­ka do­ğum­luy­du.
Mü­rit­le­ri­nin yaz­dı­ğı bi­yog­ra­fi­si­ne ba­kar­sa­nız “ha­ri­ka ço­cu­k” idi! Bü­yük­ba­ba­sı bü­yük çift­lik sa­hi­biy­di; “kı­zıl­de­re­li Ka­ra­ayak­la­rın kan kar­de­şi ka­şi­f” idi! Vs. Hep ya­lan­dı.
Ba­ba­sı Harry Ame­ri­kan De­niz Kuv­vet­le-ri­’n­de gö­rev ya­pı­yor­du.
Genç­li­ğin­de -ba­ba­sı­nın gö­re­vi ne­de­niy­le git­ti­ği Uzak­do­ğu­’da- Do­ğu fel­se­fe­si­ne il­gi duy­du.
Okul yıl­la­rı ba­şa­rı­sız­lık­la geç­ti. Ör­ne­ğin…
Ge­or­ge Was­hing­ton Üni­ver­si­te­si in­şa­at bö­lü­mün­de iki yıl oku­ya­bil­di; not­la­rı yü­zün­den kay­dı si­lin­di.
Ba­ba­sı gi­bi do­nan­ma­ya gir­di. Kah­ra­man­lık hi­ka­ye­le­ri an­la­tıl­sa da, iki kez ko­vul­du. Ruh sağ­lı­ğı bo­zuk­tu; in­ti­har eği­lim­liy­di…
Ken­di­ni bi­lim kur­gu ve fan­te­zi ro­man­la­rı yaz­ma­ya ver­di.
Öy­le ki… 5 yıl için­de 138 adet hi­ka­ye-ro­man yaz­dı! Ya­şa­mı bo­yun­ca 1084 ba­sı­lı eser sa­hi­bi ola­rak Gui­nness Re­ko­ru­’nu elin­de bu­lun­dur­du­ğu id­di­a edil­mek­te­dir!
Ve bir ki­tap ha­ya­tı­nı de­ğiş­tir­di; “Di­ane­ti­k”…

PA­RA­NIN YO­LU: DİN

Ron Hub­bard ilk eşi Mar­ga­ret Grub­b’­a şöy­le de­di:
“Ke­li­me­si bir cen­t’­e hi­ka­ye yaz­mak saç­ma­lık­tır. Eğer bi­ri ger­çek­ten 1 mil­yon do­lar ka­zan­mak is­ti­yor­sa, bu­nun en iyi yo­lu ken­di di­ni­ni kur­ma­sı­dır!”
Yaz­dı­ğı “Di­ane­tic­s” ki­ta­bı Ame­ri­ka­’da çok sa­tan ki­tap­lar ara­sı­na gir­di. (Bu­gü­ne ka­dar 18 mil­yon adet sat­tı!)
Gü­ya…
Bun­dan 175 mil­yon yıl ön­ce hü­küm sü­ren bir ga­lak­si kon­fe­de­ras­yo­nun li­de­ri Xe­nu, an­laş­maz­lık ya­şa­dı­ğı mil­yar­lar­ca var­lı­ğı dün­ya­ya gön­de­re­rek Ha­wa­ii ya­kın­la­rın­da bir ya­nar­da­ğa at­tı. Gü­nü­müz­de in­san­la­rın ya­şa­dı­ğı acı ve sı­kın­tı­la­rın kay­na­ğı ha­len yer­yü­zün­de olan bu var­lık­la­rın ruh­la­rıy­dı.
Her ye­ni do­ğan be­be­ğe gi­ren ruh­la­ra
“t­he­ta­n” den­mek­tey­di.
The­tan in­sa­nı sı­nır­lı­yor­du; bu­nun bas­kı­sın­dan kur­tu­lun­ca in­san ger­çek mut­lu­lu­ğa ka­vu­şa­bi­lir­di.
Hub­bard in­san ru­hu­nu arın­dır­mak için “di­ane­tic­s” adı­nı ver­di­ği bir yön­tem ge­liş­tir­miş­ti!
Di­ane­tics; is­ten­me­yen duy­gu­la­rın, kor­ku­la­rın, ka­rar­sız­lık­la­rın ve psi­ko-so­ma­tik ağ­rı ve sı­zı­la­rın kay­na­ğı ola­rak yön­len­di­ri­len re­ak­tif ha­fı­za­yı gös­te­ri­yor­du. Zih­nin in­sa­na oy­na­dı­ğı oyun­dan kur­tul­ma­nın ve in­sa­nın ger­çek ye­te­nek­le­ri­ni açı­ğa çı­kar­ma­nın bi­ri­cik yo­lu, Hub­bar­d’­ın bul­du­ğu ruh­sal çö­züm­ler­den ge­çi­yor­du!
Ame­ri­ka­lı bi­lim adam­la­rı gü­lüp geç­se de, Hub­bar­d’­ın ma­ka­le­le­ri­ni Ame­ri­kan Tıp Der­ne­ği ve Ame­ri­kan Psi­ki­yat­ri gi­bi 12 bi­lim der­gi­si ya­yın­la­ma­sa da ki­tap sa­tış re­kor­la­rı kır­ma­ya de­vam et­ti. Al­man­ca, Fran­sız­ca ve Ja­pon­ca­’ya çev­ril­di…
Hub­bard, bin­ler­ce ki­şi­ye kon­fe­rans­lar ver­me­ye baş­la­dı.
Ve 1953’te ama­cı­na ka­vuş­tu…

SCI­EN­TO­LOGY DOĞ­DU

La­fa­yet­te Ro­nald Hub­bard

Sci­en­to­logy; ger­çe­ği ara­mak an­la­mı­na ge­li­yor­du; da­ha iyi bir dün­ya ya­rat­mak için!
Ki­tap­tan, kon­fe­rans­lar­dan pa­ra ya­ğı­yor­du.
He­men…
“S­ci­en­to­lo­gists Hub­bard Der­ne­ği­” ku­rul­du.
“Hub­bard Di­ane­tic Araş­tır­ma Vak­fı­” ku­rul­du.
“Hub­bard Ko­le­ji­” ku­rul­du.
“S­ci­en­to­logy Aka­de­mi­si­” ku­rul­du.
“Hub­bard Ev­le­ri­” ku­rul­du.
Ya­yın or­gan­la­rı çı­ka­rıl­ma­ya baş­lan­dı.
Pa­ra­nın aça­ma­ya­ca­ğı ka­pı yok­tu; “dok­to­r” un­va­nı bi­le al­dı. Hak­kın­da öv­gü­ler çı­ka­rı­lı­yor­du ba­sın­da.
Fa­kat… Hep­si iyiy­di gü­zel­di de…
Ma­li ko­nu­lar­da 50’den faz­la da­va açıl­mış­tı.
Ver­gi­den kur­tul­ma­nın bir yo­lu ol­ma­lıy­dı.
Bul­du; din!..
Ta­rih:18 Ara­lık 1953
Yer, Cam­den, New Yer­sey.
Sci­en­to­logy Ki­li­se­si ku­rul­du.
Kı­sa za­man­da bü­yü­dü; Los An­ge­les/ Ca­li­for­ni­a Sci­en­to­logy Ki­li­se­si 18 Şu­bat 1954’te ku­rul­du. Bu­nu di­ğer­le­ri ta­kip et­ti…
Bi­li­nen ki­li­se­le­re ben­ze­mi­yor­du; okul gi­bi ma­sa san­dal­ye var­dı. Ruh te­da­vi­le­ri için ders­ler ve­ri­li­yor­du. Sa­bah 9’dan ak­şam 7’ye ka­dar ev­li­lik, ço­cuk­lar, pa­ra ka­zan­ma, mut­lu­luk, ha­ya­tın te­mel­le­ri gi­bi baş­lık­lar­da kurs­lar ve­ri­li­yor­du.
Ne­ler an­la­tıl­mı­yor­du ki…
İn­san­da beş du­yu var­ken, mü­rit­le­rin zir­ve­ye çık­ma­la­rı ha­lin­de, 57 du­yu­lu bir ya­şa­mı ola­cak­tı! En yük­sek mer­te­be­ye çı­kan üye­le­ri­ne ölüm­süz­lük va­at edi­yor­lar­dı. Öy­le ki, üye­le­ri­ne, tam bir mil­yar yıl­lık ya­şam söz­leş­me­si im­za­la­tı­yor­lar­dı.
Ta­ri­ka­ta üye ol­mak 500 do­la­r’­dı. Se­vi­ye at­la­mak için de pa­ra alı­nı­yor­du. Nir­va­na­’ya ulaş­mak için 1-2 mil­yon do­la­r’­ı cep­ten çı­kar­ma­nız ge­re­ki­yor­du.

YIL­LIK GE­Lİ­Rİ 500 MİL­YON DO­LAR

So­ğuk Sa­vaş dö­ne­miy­di.
“Ko­mü­nist­le­ri hip­noz­la sı­kın­tı­la­rın­dan kur­ta­ra­ca­ğı­nı­” söy­le­yen Hub­bar­d’­a, FBI pek ses çı­kar­mı­yor­du. Oy­sa hak­kın­da­ki dos­ya­sın­da “a­kıl has­ta­sı­” no­tu var­dı.
Sci­en­to­logy Ki­li­se­si dün­ya­ya ya­yıl­dı. Avus­tral­ya­’dan Af­ri­ka­’ya ka­dar her ye­re git­ti.
Yıl­lık ge­li­ri 500 mil­yon do­lar olan bir ta­ri­kat var­dı ar­tık!
Bu ara­da…
Eleş­ti­ren­le­re kar­şı gi­de­rek sert­leş­ti­ler. Her eleş­ti­ri ya­zı­sı­nı mah­ke­me­ye ve­ri­yor­lar­dı.
1966’da an­sı­zın…
Hub­bard üç ge­mi­lik fi­lo­suy­la Ak­de­ni­z’­e açıl­dı; fa­ali­ye­ti­ni 8 yıl bu­ra­dan sür­dür­dü. Gü­ya sos­yo­lo­jik araş­tır­ma­lar ya­pı­yor­du. Oy­sa, ki­li­se dı­şın­da­ki ti­ca­ri fa­ali­yet­le­ri Ame­ri­ka­lı ma­li­ye­ci­le­rin dik­ka­tin­den kaç­ma­mış­tı!
Ay­rı­ca… Bi­ri­le­ri­nin tep­ki­si­ni çe­ke­cek söz­ler söy­lü­yor­du; is­tih­ba­rat ser­vis­le­riy­le iş­bir­li­ği ya­pan ilaç fir­ma­la­rı, psi­ki­yat­rist­ler vs. Na­zi­ler gi­bi dün­ya­yı ele ge­çir­mek is­ti­yor­du!
İn­gil­te­re, Yu­na­nis­tan, İs­pan­ya, Por­te­kiz ve Ve­ne­zu­el­la li­man­la­rı­nı Hub­bar­d’­ın ge­mi­le­ri­ne ka­pat­tı.
Hub­bard, 1970’li yıl­la­rın or­ta­sın­da AB­D’­ye dön­dü. Sağ­lı­ğı iyi de­ğil­di. Or­ta­lı­ğa pek çık­ma­dan sak­la­na­rak ya­şa­dı. Ha­ya­tı­nın son dö­ne­mi­ni Ca­li­for­ni­a’­da 160 dö­nüm­lük
“C­res­to­n” ad­lı çift­lik­te ge­çir­di.
For­be­s’­e gö­re, 200 mil­yon do­la­r’­ı var­dı.
Hak­kın­da ver­gi ka­çak­çı­lı­ğı so­ruş­tur­ma­sı var­ken 17 Ocak 1986’da öl­dü.
Mü­rit­le­ri­ne gö­re, baş­ka ge­ze­gen­de araş­tır­ma yap­mak için be­de­ni­ni dün­ya­da bı­rak­mış­tı!

TARİKATI YASAKLAYAN ÜLKELER
Time, 1991’de Scientology’yi; “Üyelerine ve eleştirmenlerine mafyavari biçimde gözdağı vererek hayatta kalan, son derece kârlı bir küresel dolandırıcılık“ olarak niteledi.
Kimi ülkeler soruşturma açtı: Örneğin…
Kanada Yüksek Mahkemesi, hükümet ofislerinden bilgi çaldığı, adalet mekanizmasına zarar verdiği ve casusluk yaptıkları gerekçesiyle tarikatın tüm faaliyetlerini 1995’te askıya aldı. Üç kişi mahkum edildi.
Yunanistan Mahkemesi, politikacılar, gazeteciler, hakimler, papazlar ve diğer önde gelen kişiler hakkındaki gizlice bilgi toplayıp dosyaladıkları için 15 üyesini mahkum edip Scientology faaliyetlerini 1998’de durduruldu.
İtalya aynı iddiayla, 29 tarikat üyesini hapse attı.
Fransa, yolsuzluk iddiasıyla açılan davada bilirkişiye müdahale edip belgeleri değiştiren 3 tarikat mensubu dahil 17 kişiyi hapse attı.
Avustralya, Commonwealth Parlamentosu tarikatı 2009’da suç örgütü kapsamına aldı.
Belçika, Scientology dosyasını 2012’de tamamladı; gasp, yasadışı ilaç, çeşitli gizlilik ihlalleri ve dolandırıcılıktan mahkum etti.
Uzatmayayım…
BM, tarikatı dini topluluk olarak benimsiyor.
İsrail, İngiltere ve Hollanda gibi ülkeler tarikata destek veriyor.
Obama yönetimi, kimi Avrupa ülkelerinin Scientology’ye karşı tavırlarını “din özgürlüğüdür dokunmayın” diye eleştirdi!

alıntı: soner yalçın


27 Kasım 2015 Cuma

Nezir Kaya

Rum kızı Tinika'ya kara sevdası yüzünden kule inşa eden, işkencelere maruz kalan balıkçı Nezir Kaya.

"film gibi, roman gibi" hayat deriz ya bazen, birini / bir yaşamı tanımlamak için ?
işte nezir kaya'nın hikayesi aynen böyle.
âşk'ın en saf, en temiz halini gösteren bir hayat onunkisi.

çocukken geçirdiği bir hastalık sonucunda sağır ve dilsiz bir yaşam sürdü, izmirliydi / çeşmeliydi, dalyanlıydı..
karşıda, asırlarca uzakta / burnunun dibindeki bir adadaki kızın birine aşık oldu.
anlatılan öykülere göre sakız adasına yüzlerce kez geçti, bazı seferlerinde yunan polisine yakalandı, casus muamelesi gördü, bir seferinde karşıya geçerken rüzgarın ters dönmesi sonucunda karaburun sahiline savruldu, türk polisi onu yunan casusu diye sorguladı.
köyüne sakız adasını, sevdiği kızın yaşadığı yeri görebilmesi için 30 metrelik bir kule yaptırdı.
bir dönemin belediye başkanı olan nuri ertan tarafından yaptığı kule yıktırıldı.
yaşamı bilinmezlerle dolu, ölümü de bir bisiklet kazası sonucunda oldu.
ardından; mitolojiye ve gerçek hayata bu kadar yakın bir öyküye / pek sadık kalınmasa da / bir film yapıldı.
nezir kaya bir bilinmezdi, nezir kaya hayatta gerçek aşk denilen şeyin nasıl olabileceğini gösteren tek başına kalmış bir savaşçı gibiydi, nezir kaya aşıktı, nezir kaya sevdiği kızı görebilmek / ona dokunabilmek için her seferinde ölümü aldı karşısına.
sonları ne oldu, nasıl bitti bu öykü tam olarak bilen yok belki ama onun adı sayesinde bizlerin hala âşka umudu var.

Yahudi Sicariiler " Hançer Adamlar "


Sicarii, Hz. İsa döneminde ( M.S. 66 - 73 ) yılları arasında Yahudi suikastçi' lerden oluşan gizli bir cemiyetti. Diğer suikastçi grupları gibi sicarii de dini fanatizm ve delilik ölçüsünde siyasi tarafgirlik karışımıyla üyelerinin körü körüne sadakatini sağlıyordu.

Hançer sözcüğünün latincesi Scarus'tur ve sicarii' de basitçe "hançerli adam" anlamına gelir. Bu terim aynı zamanda Roma arenasında bir gladyatör tipinin de adıdır. Çünkü gladyatörler taşıdıkları silaha göre adlandırılıyordu. Sica adlı hançerle kurbanlarını öldürmektedirler.

Sicariiler, düşmanlarına genellikle gündüzleri ve insanların kalabalık olduğu yerlerde saldırırlar.  Eylemlerinin amacı Kudüs' ü Romalıların elinden kurtarmak ve günahkar saydıkları iktidarı ortadan kaldırmaktır. Böylece Tanrının kendilerini mükafatlandıracağını düşünmüşlerdir. Kurbanlarını genellikle Roma'yla iş birliği yaptığını düşündükleri Filistin ve Mısır' da yaşayan Yahudiler arasından seçmişlerdir. Ayrıca kamu görevlilerini de bilhassa öldürerek devlet arşivlerini yok etmişler ve borçların geri ödenmesini engellemişlerdir.

13 Kasım 2015 Cuma

Sergey Yesenin


‘’ Ben bir kadını iliklerine kadar içime çekmeyi seviyorum, en son damlasına kadar içmeyi. Sonra da çekip gitmeyi.’

Sergey Yesenin

Sergey Yesenin, 28 Aralık 1925 sabahı  Hotel Angleterre’nin beşinci kattaki odasında kendini asmış olarak bulundu. Bileği kesik, yüzünde yaralar bulunuyordu.  Otuz yaşındaydı ve Rus şiirinin en popüler isimlerinden biriydi. Ölümü intihar olarak geçti kayıtlara.
Ertesi gün çıkan bütün gazeteler Yesenin’in intiharından  bahediyor,  intihar ettiği odanın son halini gösteren fotoğraflarla Yesenin’in intihar ettiği bütün Sovyet halkına ilan ediliyordu. Yesenin’in ölümü neredeyse bir şok etkisi yaratır ülkede. Öyle ki, adına ‘Yesenincilik’ denilen bir intihar dalgası başlar ardından. Yesenin’e özenerek intihar edenlerin sayısı artınca Sovyet yönetimi çareyi Yesenin’in eserlerini  yasaklamakta bulur.  Yesenin’in şiirlerini bulunduran öğrenciler komsomoldan atılır. Buharin, şaşkınlık içinde     “Yesenin gençliği nasıl ele geçiriyor, neden gençler arasında ‘Yesenin’in Dulları’ adlı topluluklar oluşuyor?” diye  soruyordu çevresine. ‘Yesenincilik’ adı verilen günlerde intihar eden kişilerden biri de şairin eşi Galina Arturovna Benislavskaya’dır.
29 Aralık günü şairin cenaze töreni yapılır. Yüzündeki yaraları kapatmak için hazırlanan özel bir maskeyle Yesenin’in naaşı Sovyet halkına gösterilir ve şair Moskova’daki Vagankovskoye Mezarlığı’na defnedilir.
Yesenin’in ölümünden yıllar sonra ortaya çıkan kimi belgeler, fotoğraflar, Yesenin’ine dair anlatılan hikayeyi yeniden tartışmaya açar.
Resmi tezler, Yesenin’in yüzündeki yaraların asılı olduğu ısıtma borusunun sıcaklığından dolayı meydana geldiği söylese de kimi uzmanlara göre bu yaraların ısıtma borusunun sıcaklığından oluşması mümkün değildir.

O gün Yesenin’i asılı olduğu borulardan indiren kişi Leopoldovich Nicholas Brown idi. Kendisi dönemin şairlerinden biridir. Oğlu Nicholas Brown,  babası Leopoldovich Nicholas Brown’ın anılarına dayanarak Yesenin’in sorgu sırasında öldürüldüğünü söyler. Olayla ilgili tutanaklara ilk imzayı atan ve onu en son görenlerden biri olan Wolf Ehrlich’in aslında olayı hiç görmediğini, olayın teyit edilmesi amacıyla Yesenin’nin intihar ettiğini söyler gelen polislere. Nicholas Brown, Yesenin’in siyasi nedenlerden dolayı o gece sorgulandığını ve işkence gördüğünü söyler. Yesenin’in katili olarak Yakov Blumkin’in adını verir.

Olayın tartışmaya açılmasında en önemli isimlerden birisi ‘Yesenin’in Gizemli Ölümü’ isimli kitabın yazarı Viktor Kuznetsov ise Georgi Ustinov ve Wolf Ehlich’in o gün yalancı şahitlik yaptığını, Georgi Ustinov’un o gece otelde olmadığını söyler. O gece Angleterre’de olanların hiçbiri Georgi Ustinov’u görmediğini söyler. Yesenin  Leningard’a geldikten sonra Troçki’nin adamları tarafından tutuklanır ve Angleterre’nin bodrum katında sorguya çekilir, işkence edilir. Yesenin öldürüldükten sonra Angleterre’nin beşinci kattaki odasına çıkarılır ve intihar süsü vermek için ısıtma  borularına asılır. Kuznetsov da pek çokları gibi  Yesenin katili olarak Yakov Blumkin’in adını verir.
Yesenin’in nasıl öldürüldüğünün ayrıntılarına geçmeden önce Yakov Blumkin hakkında kısa bir bilgi vermek yerinde olur.
Yakov Blumkin, Troçki’nin en önemli ajanlarından biridir. 1918 yılınında  Moskova’daki Alman Büyükelçisi Kont Mirbah’ı  tabanca ile öldürüren iki kişiden biridir.  Olaydan sonra yakalanan Blumkin’in cesareti Troçki’nin ilgisini çeker. Kendisiyle çalışması şartıyla Blumkin’i affeder ve onu en tehlikeli işlerde görevlendirir. Blumkin, Sovyet teşkilatının en önemli adamlarından biri haline gelir.  Blumkin, Troçi’nin İstanbul büyükada’da yaşadığı günlerde ‘Sultan Zade’ adıyla  iran pasaportu ile İstanbul’a gelmesi ikili arasındaki ilişkiye dair ilginç notlardan biridir.
Yesenin cinayetine dönecek olursak; Viktor Kuznetsov’a göre Yesenin tutuklandıktan sonra Blumkin’in Yesenin’e işkence etmeye başlar. Troçki tarafından ölüm emri verilmiş şairi iple boğmaya çalışır, fakat Yesenin’in  direnir, karşı koyar.  Boğuşma sırasında Yesenin başına darbeler alır. Yanlarında bulunan Leontiev ise Yesenin’e yakın mesefaden yüzüne doğru ateş eder.

Blumkin, Yesenin’in öldüğünü Troçki’ye bildirdikten sonra gece yarısı Yesenin’in cesedini Angleterre’nin beşinci katındaki odasına çıkarır. Olaya intihar süsü vermek için Yesenin’i ısıtma  borularına asar.
Yesenin’in hayatının son yıllarında ciddi bir politik baskı altında olduğunu, hakkında çeşitli davalar açıldığı, olayın siyasi bir cinayet olduğu yönündeki iddiaların yanında  Stalin’in Troçki ile Yesenin ararsındaki çatışmadan faydalanarak Troçki’yi zor durumda bırakmak için  Yesenin’in ölüm emrini verirdiği de cinayetle ilgili bir diğer iddia.
Yesenin’in ölümüne ilişkin devam eden tartışmlarda çoğunluk, Yesenin’in Troçki’nin emiriyle Yakov Blumkin tarafından öldürüldüğü konusunda hemfikir olsa da Hotel Angleterre’nin beşinci katındaki odada o gün neler yaşandığını hala en iyi Yesenin biliyor.
Yesenin üçü resmi olmak üzere beş kez evlendi. İlk eşi Anna Romanovna Izryadnova ile şiir gecelerinin birinde tanışır. Izryadnova ile olan kısa evliliğinden  George Yuri Yesenin dünyaya gelir. Anna Romanovna Izryadnova, Yesenin’den ayrıldıktan sonra ömrünün geri kalan kısmını orduya katıldıktan sonra kaybolan oğlu Yuri’yi bekleyerek geçirdi. Olur da bir gün Yuri gelir diye giysilerini hep hazır tuttu. Izryadnova 1946’da aniden hastalanıp öldüğünde oğlu Yuri’nin 13 Ağustos 1937’de yanlışlıkla idam edildiğinden habersizdi.

İkinci eşi Zinaida Reich olan evliliğinden  kızı Tatiana ile oğlu Konstania dünyaya gelir. Tatyana Yesenin, (1918-1992) ileriki yıllarda tanınmış bir yazar olurken ondan iki sene sonra doğan Konstantin Yesenin ise (1920-1986) tanınmış bir futbol istatistikçi olur. Yesenin, Zinaida Reich’ten boşandıktan sonra modern dansın öncüsü olarak anılan Isadora Duncan ile Zinaida Reich ise Vsevolod Meyerhold ile evlenir.  Zinaida Reich, 15 Temmuz 1939’da Vsevolod Meyerhold tutuklandıktan 24 gün sonra tam on yedi kez bıçaklanmış, gözleri oyulmuş bir halde evinde ölü olarak bulunur. Cinayeti hiçbir zaman çözülemedi ama NKVD tarafından öldürüldüğü söylenmektedir.
Yesenin’in Nadezhda Volpin ile beraberliğinden dünyaya gelen  Alexander Sergeyeviç Yesenin-Volpin, şimdilerde  önemli bir Matematikçi ve şairdir. Tolstoy’un torunu Sofya Andreyevna Tolstoy ise Yesenin’in sonraki eşidir. Galina Benislavskoya ise şairin son eşiydi.
Galina Benislavskoya, 16 Aralık 1897’de St Petersburg’da doğumlu. Annesinin hastalığı nedeniyle teyzesi tarafından büyütülür. Çocukluğu Letonya’da Rezekne şehirinde geçer. Altın madayla ile okulları bitirir, 1917’de Bolşeviklere katılır, şiir toplantılarına gider. Yesenin ile de bu toplantıların birinde tanışır. Sonraki yıllarda Yesenin’in sekreterliğini yapar, onun notlarını, anılarını yazar. Tıpkı Yesenin’in gibi onun da yolu ‘akıl hastenesi’nden geçer.
Galina Benislavskoya, 3 Aralık, 1926 günü Sergey Yesenin mezarının başında ardında bir not bırakrak intihar eder. 7 Aralık günü Yesenin’in yanına gömülür. Mezar taşına ‘Gerçek Galina için’ diye yazılır.


1 Kasım 2015 Pazar

Temiz Eller savcısı "Antonio Di Pietro"

İtalya’daki Temiz Eller Operasyonu’yla adından söz ettiren Savcı Antonio Di Pietro.

Di Pietro, 1992 yılında, siyaset dünyası ile iş dünyası arasındaki kirli ilişkiler ve yolsuzluklara karşı Milano savcıları öncülüğünde operasyon başlatmıştı. Tarihe Temiz Eller ismiyle geçen operasyonla siyaset, iş dünyası, adliye ve polisteki kirlenmelere karşı mücadele veren Di Pietro, halkın desteğini hep arkasında buldu.

O dönemde aralarında başbakan ve bazı bakanların da bulunduğu 300’ün üzerinde siyasetçi, iş adamı, polis ve hâkimi mahkûm ettirdi. 1994’te Silvio Berlusconi’nin başbakan olmasıyla birçok engelle karşılaştı. Bunun üzerine siyasete girmeye karar verdi ve Değerler İtalyası Partisi’ni kurdu.
Ancak Di Pietro yapılan genel seçimlerde, oyların % 3.98′ini alarak, yani binde 2 puan farkla % 4′lük barajı aşamadı ve Senato’ya giremedi. Ne var ki, İtalya’da seçimler, % 75’i çoğunluk, % 25’i orantıya dayanan karmaşık bir sistemle yapıldığı için, genel nispette İtalya’nın Değerleri Partisi, % 4’lük barajı kıl payı aşarak, meclise Valerio Carrera’yı sokabildi. Di Pietro ayrıca, Milano Belediye başkanlığı yarışında da sonuncu oldu. Di Pietro, ‘aşırı dürüstlüğüm nedeniyle, seçmenden ilgi görmedim’ dedi.

Antonio Di Pietro, 1995′te savcılık cübbesini çıkararak politikaya atıldığı günden bu yana aktif siyasetin içinde yer alıyor.

Antonio Di Pietro, 17 Mayıs 2006 günü, O zamanın İtalya başbakanı Romano Prodi tarafından Altyapı Bakanı (Bayındırlık ve İskan Bakanı ) olarak görevlendirildi.

Yunanistan Trakya Üniversitesi tarafından Fahri doktora unvanı verilmiştir.

28 Ekim 2015 Çarşamba

14' üncü dev Leyla Çalışkan

 12 dev adam...
 13'üncü Tanjeviç.
 14'üncü Leyla Çalışkan. 

O, Hidayet Türkoğlu ile Kerem Tunçeri’yi Türk basketboluna armağan eden bir yetenek avcısı... Sessiz sedasız hayatına devam eden Leyla Çalışkan’ın sıra dışı bir öyküsü ve ‘dev’ gibi bir yüreği var...
İlkokulları dolaşıp basketbola yetenekli çocukları buluyor, onlarla takım kuruyor, çalıştırıyor, kupaya kupa demiyor. Adı Leyla Çalışkan.
Evet, o Yılmaz Özdil’in sözleriyle “14. dev adam”. Ama öyle bir hayat hikayesi var ki, başlı başına bir söyleşi konusu...
Adana’da Kemal Çalışkan olarak doğdu. Annesi Amerikalı, babası Türk. Evlilik dışı bir çocuk. Türkiye’de görevli olans annesi ABD’ye dönerken babası ona el koydu ama ailesine de kabul ettiremedi. O henüz ilkokuldayken annesi öldü, babası da onu bir aileye evlatlık verdi. Evlat edinen aile benimsedi, bağrına bastı. Haydarpaşa Lisesi’nde yatılı okudu, arkasından Spor Akademisi’ne girdi. Bütün bunlar olurken Kemal Çalışkan’ın sakladığı büyük bir sır vardı; kendini kadın hissediyordu. Yıllarca gizledi, sonunda bıçak kemiğe dayandı ve ameliyat oldu. “Eşcinsel değildim” diyor, “Kadındım, öyle hissediyordum, erkek gibiymiş gibi yapmak istemiyordum, ahdım vardı, erkek olarak ölmeyecektim.” Çocukluğundan beri hissettiği kimliğine, 22 yaşında kavuştu. Ameliyat oldu, kadın oldu. Leyla adını aldı. Leyla Çalışkan oldu.

Şimdi adı Leyla, evli, mutlu bir kadın ve öğrencilerinin başarılarıyla gurur duyan bir hoca...



Tyrkjaranid # İnsan Çalan Türk

1625 yılında bristol körfezi ağzında yer alan lundy adası ele geçirilmiş ve bu ada daha sonraki atlantik denizi seferinlerde üs olarak kullanılmıştır. Lundy adasının sağladığı bu lojistik destekle Türk amirali Murad reis 15 gemiden oluşan bir filo ile Cezayir'den Atlantik Denizi'ne açılır. İzlanda kıyılarına varan donanma 26 gün boyunca izlanda'ya hakim olmuştur. Yakınlardaki Vestmannaeyjar adası da yağmalanır ve daha sonra anılarını yazacak olan Ouf Eigilsson (olaf egilson veya olafur egilson), eşi ve iki oğlu da esir düşer. Murad reis'in komutasındaki donanma yaklaşık 400 esir ve büyük bir ganimetle Cezayir'e geri dönmüştür.

Bu sefer sırasında ele geçirilen esirlerinin en ünlüsü ise esir ve cariye olarak Cezayir'e getirilen tyrkja

Olaf Egilson ki kendisi rahiptir ve bir kaç esir ile birlikte fidye karşılığı serbest bırakılır. Bir yıl sonra Egilson Murad reis'in seferini anlatan bir kitap yazmıştır. Eşi ancak 1637 yılında dönerken oğulları hiçbir zaman geri dönememiştir.

Bu seferden sonra da donanma bir çok kez İzlanda'ya sefer yapılmıştır. Örneğin Ali Biçin Reis'in seferinde yaklaşık 800 esir alınmıştır. Başka bir seferde ise 1631 yılında 12 gemiden oluşan bir filo gene bol bol ganimet ve esirle Cezayir'e geri dönmüştür.
gudda'dır.

Grindavik, Austfiroir ve Vestmannaeyjar şehirlerinde gerçekleşen adam kaçırmalar nedeniyle 1627 yılında İzlanda’ya ayak basan Türk vatandaşlarının öldürülmesi serbest bırakıldı.

Ancak bu yasa nedeniyle hiçbir Türk vatandaşı öldürülmedi. Hatta bu yasa daha sonraki yıllarda unutuldu. Ta ki bir İzlandalı’nın yeniden bu yasayı gündeme getirmesine kadar. Türklerin öldürülmesine serbestlik tanıyan bu yasa 1970’lerde kaldırıldı. Ancak İzlanda’da bu üç şehirde hala Türkler zaman zaman ‘Tyrkjaranid’ yani ‘İnsan çalan Türk’ olarak anılıyor.

Olga Cynthia ( Nadide Kenter )

Ahmet Naci Bey..

- Rönesans prensi gibi yetiştirilmiş bir adam. Ailesi, varlıklı ve aristokrat. Dedesi Bağdat kadısı, babası Galip Bey, Ayan azası. Çamlıca’da bembeyaz saçaklı, işlemeli tavanlı muhteşem bir köşkte yaşıyor. Ve ailesi bu genç adamı, iyi bir tahsil alsın diye İskoçya’ya Glasgow’a yolluyor...

 Olga Cynthia..

- Londra’da bir resepsiyonda tesadüfen Ahmet Naci Bey’in yanında oturan çok güzel bir İngiliz kadın. Yanındaki genç adama bakıyor ve gülümsüyor. Belli etmemeye çalışmasına rağmen, Ahmet Naci Bey’in dişinin ağrıdığını anlıyor. Anlamamaya olanak yok zaten, yüzü arı sokmuş gibi şişmiş. Olga, dişi apse yapan bu adamı görür görmez aşık oluyor.

Olga Cynthia, Hyde Park’ta ata bindiğini söylüyor, Ahmet Naci Bey de ertesi sabah soluğu Hyde Park’ta alıyor. Birlikte at biniyorlar, yemeğe gidiyorlar. Gözlerini birbirlerinden alamıyorlar. Ahmet Naci Bey de Olga’ya vurulmuş durumda. Bu İngiliz kadından kopmak istemiyor. Aksi gibi, tahsilini de tamamlamış, ülkesine dönüp, hariciyeci olarak çalışması gerekiyor. Ne yapsa? İmkanı olsa onu cebine koyacak, Türkiye’ye götürecek. "Yeri ve zamanı olmayabilir ama benim karım ve çocuklarımın annesi olur musun? Benimle evlenip, Türkiye’ye gelir misin?" diyor.

 Olga Çığlık atıyor. "Çok isterim ama ne yazık ki imkansız!" diyor. Evet ama Jack var!

Jack, Olga’nın minik oğlu...

 Olga Cynthia’nın ailesinin, gezginci bir tiyatro kumpanyası var. Annesi, babası da oyuncu. Babası ölünce, annesi bir başka adamla Avustralya’ya kaçıyor. Olga’yı da anneannesine bırakıyor. Anneanne de 16 yaşındaki bu kızla nasıl başa çıkacağını bilemiyor. İyisi mi onu evlendireyim diyor. Kader bu ya, harbe giden koca dönmüyor ve geride 16 yaşında hamile bir genç dul bırakıyor.

Ahmet Naci Bey, Olga’ya sıkı sıkı sarılıyor, "Hiç sorun değil" diyor, "Hiçbir yere bırakmıyorum sizi. Geliyorsunuz. Hemen şimdi. Sen, ben ve oğlumuz, Türkiye’ye gidiyoruz..."

 İşgal yılları. Ruslar, İngilizler, Yunanlılar, İtalyanlar ülkeyi bölmeye çalışıyorlar. Zor ve karışık zamanlar. Herkesin herkese şüpheyle baktığı yıllar. Bizimkiler Orient Express’le Sirkeci’ye geliyorlar. Vapura biniyorlar ve Üsküdar’a geçiyorlar. İngiliz annemin, nefesi kesiliyor İstanbul’un güzelliği karşısında. O Boğaz’a bakmaya kıyamıyor. Savaş da neymiş, o dünyanın en mutlu kadını, sevdiği adamın peşine takılıp gelmiş. Onun için müthiş bir macera. Faytona binip Çamlıca’ya babamın ailesinin yaşadığı köşke geliyorlar. Dantela gibi saçakları olan beyaz bir köşk. İşte kabus, o köşkte başlıyor...

 Ama her şeye göğüs geriyor Olga. Hatta sevdiği adam uğruna kara çarşafa bile giriyor. Müslüman oluyor ve Nadide ismini alıyor. Londralı Olga Cynthia, oluyor Bandırmalı Nadide...

 Nüfus idaresindekiler, "Dini Müslüman, adı Nadide, bunun doğum yeri Londra olamaz, yanlış yazmışlardır, olsa olsa Bandırma’dır" diyorlar.

 Yeni bir kanun çıkıyor: "Hariciyecilerin karısı yabancı olamaz." Bu kanun, bizim hayatımızın dönüm noktası oluyor, hayatımızın içine ediyor. Gerçi İsmet İnönü, babama şöyle pratik bir formül öneriyor: "Resmen boşan, ama birlikte yaşa." Öyle yapan dışişleri mensupları var. Ama babam bunu, aşkı uğruna memleketini, ailesini terk eden karısına bir hakaret olarak algılıyor, "Hayır efendim" diyor, "Mesleğimden vazgeçerim ama karımdan vazgeçmem." İstifa ediyor. Ivır zıvır işler yapmaya başlıyor, gazetelerde tercümanlık filan. Sonra Ankara’da Ziraat Bakanlığı’nda iş buluyor. Ama esas olarak, mesleğinden olunca babamın hayatı kayıyor diyor Yıldız Kenter.

 Fakr-u zaruret. En son ben doğmuşum Çamlıca’daki köşkte. Ama bütün eşyalar zaten satılmış. Beni saracak bez yok, çarşaflar yırtılıyor filan. Sonra köşk de satıldı. Ben kendimi bildim bileli fakirdik. Ama ne yoksulluk. Gözümü kapatıp geçmişi düşününce, hep aynı kare geliyor gözümün önüne, bir evden bir başka eve taşınıyoruz, daha ucuz diye. Bir araba tutulur, İngiliz anne öne sürücünün yanına oturur, arkaya da, soba boruları, tel dolaplar filan, tıngır mıngır yeni eve gideriz. Ankara’da ve İstanbul’da hep fakir semtlerde yaşadık. Aile nüfusu da artıyor. Annem güya Türk kadınlarını eleştiriyor, "Aman bunlar da tavşan gibi doğuruyor!" diye. "Ama anne biz de 6 kardeşiz" diye hatırlattığımızda susup, duymazlığa geliyor.

 İngiliz gávur ana, her daim sarhoş bir baba... Ama sevgi dolu bir aile. Fakirdik ama mutluyduk. Babam, içmediği zamanlarda inanılmaz iyi bir insandı. Müthiş bir centilmen. Evimiz dağınıktı, annem tertiple düzenle pek ilgilenmezdi. Zaten bütün bu sefaletimize rağmen, evde hep bir yardımcı vardı, nereden nasıl bulunurdu, onlara para ödenir miydi bilmiyorum. Hepsi de bizim evimizde yatarlardı. Ama ev, zaten yol geçen hanı gibiydi. Hastaneden çıkartılmış, 2 çocuklu kadın, sokakta dilenen bir nine, zerzavatçı, Mösyö Dörö diye bir kaçak Fransız, Cok diye İskoç, bir de üstüne sokak kedileri, köpekleri... Garip bir aileydik. Etraftan tuhaf bakarlardı. Bir gün hiç unutmuyorum, yine kavga ettiler, babam hepimizi evden kovdu. Sarhoştu. Annem de topladı bizi, babamın arkadaşlarından birinin evine gittik. E orada kalacak halimiz yok ya, akşam geri döndük tabii. O da ne! Bütün komşular pencerede, ne oluyor diye bir baktık, babam var olan üç beş parça eşyamızı toplamış, kapının önüne yığmış. Komşular soruyor, ne oluyor diye. Evde badana var da diyoruz, babamızı korumaya çalışıyoruz. Bu arada baba aç kapıyı diyoruz, açmıyor. Bulaşık kapları, domatesler ve tuzluklarla birlikte biz de bekliyoruz, kapının önünde....

  Babam, aşkının bedelini çok ağır ödedi, kendini içkiye vurdu. Bir de tabii şu var: Güçlü biri değildi, zaafları vardı. İnsanın 6 çocuğu varken, bulduğu üç beş kuruşu içkiye harcaması normal bir şey değil. Ayıkken parayı kitaplardan birinin içine saklardı, sonra nereye koyduğunu unuturdu. Biz bulurduk, o parayla yemek yemek isterdik, üzerimize atlardı, boğuşurduk, parayı elimizden alır, sobaya atardı, bize kızdığı için. Bir başka sefer, yine onun elinden para kapmak istiyoruz, üzerine çıkıyoruz filan, annem bu sefer, "Sevgilimi, kocamı rahat bırakın! Sizi terbiyesiz çocuklar!" diye bize saldırıyor. Annem, hayatı boyunca Naci’sini korudu, bizden bile...

 İçmediği zamanlar mükemmeldi. Dünyanın en iyi babasıydı. İnanılmaz şefkatli, bilgili, araştıran, yardım eden. Ve 6 ay içmediği zaman olurdu. Sıradışı bir alkolikti. Ama sonra bir başlardı, tut tutabilirsen...

Peki bunca sorun içerisinde bu aile nasıl ayakta kalmayı başardı sorusu üzerine..
Yıldız Kenter'in cevabı: Aşk!


9 Ekim 2015 Cuma

Propolis

Propolis, arıların peteklerine yama yapacakları zaman bir zamk olarak kullandıkları, kavak ve bazı kozalaklı ağaçların tomurcuklarında bulunan reçine benzeri bir madde.
 Tıbbi kullanımı MÖ 350’lere, antik Yunan filozofu Aristo dönemine kadar uzanıyor. Yunanlılar o dönemde propolisi yara iyileşmesinde, Mısırlılar ise mumyalamada kullanmışlar.

Bal, antik zamanlardan beri tedavi amaçlı kullanılmış en eski şifa verici besinlerden. Balın, mikrop öldürücü ve hücre yenileyici antioksidan ve antitümör etkileri bilimsel çalışmalarca kanıtlanmış durumda.

Propoliste şu ana kadar izole edilmiş 300’den fazla bileşik var. İçerik, toplandığı arı kovanlarının konuşlandığı coğrafyaya, iklime ve toplandığı zamana göre değişebilmekte. Propolisin saf olarak elde edilmesi her zaman mümkün olmaz, en yaygın elde ediliş şekli arı ürünleri, genellikle de arı kovanından “çalınıyor.” Rengi sarıdan kahverengiye kadar değişebilir. Arılar bu reçinemsi maddeyi ağaçlardan toplayarak kovanlarına getirirler ve peteklerinin ağzını kapatmak için kullanırlar, böylece peteğe zarar verecek diğer canlılar hatta cansızlar, peteğe giremez girme girişiminde bulunduğunda ise anında “mumyalanır”. Kovanda oluşan hasarları da propolisle onarır arılar. Basit bir mumsu madde değildir, oldukça aktif bileşenler içerir, çok kuvvetli mikrop öldürücüler ve antioksidanlar ile hem peteği korur, hem balı hem de bizi.
 
 Pro­po­li­sin kuv­vet­li mik­rop öl­dü­rü­cü özel­li­ği ol­du­ğu ve güç­lü an­ti­ok­si­dan et­ki­si, bi­lim­sel bir ger­çek. Ar­jan­ti­n’­de ya­pı­lan bir bi­lim­sel ça­lış­ma­da pro­po­lis­te 12 ay­rı bi­yo­ak­tif bi­le­şen izo­le edil­di ve an­ti­ok­si­dan (kan­ser kar­şı­tı) özel­li­ği öl­çül­dü. An­ti­mik­ro­bi­yal ak­ti­vi­te­si hiç de azım­sa­na­cak gi­bi de­ğil, bir­çok an­ti­bi­yo­ti­ğe di­renç­li çok “çe­tin ce­vi­z” bir mik­rop olan me­ti­si­li­ne di­renç­li ‘s­ta­fi­lo­ko­kuk au­re­us’ di­ye ad­lan­dır­dı­ğı­mız mik­ro­ba kar­şı bi­le et­ki gös­ter­di­ği göz­lem­len­di bu ça­lış­ma­da. Pro­po­lis içe­ri­ğin­de bol mik­tar­da fla­vo­no­id var ki bu mad­de­ler bi­li­nen en güç­lü an­ti­ok­si­dan­la­rı içer­mek­te. Po­li­fe­nol­ler, ter­pen­ler, hat­ta do­ğal kor­ti­zon ben­ze­ri mad­de­ler bi­le var bi­le­şi­min­de. Vi­ta­min açı­sın­dan da ol­duk­ça zen­gin, özel­lik­le de E vi­ta­mi­ni. E vi­ta­mi­ni, kan­ser­le mü­ca­de­le­de en önem­li vi­ta­min­ler­den, vü­cu­dun sa­vun­ma sis­te­mi­ni uya­rı­yor.
“Jo­ur­nal of Eth­nop­har­ma­co­log­y” der­gi­sin­de 2011 Oca­k’­ta ya­yın­la­nan Hır­va­tis­tan kay­nak­lı bir ça­lış­ma­da, fark­lı yö­re­ler­den el­de edi­len fark­lı pro­po­lis ör­nek­le­ri­nin hem kim­ya­sal bi­le­şim­le­ri­nin hem de ya­pı­lan hüc­re de­ne­yin­de kan­ser hüc­re­le­ri­ni öl­dü­re­bil­me ye­te­nek­le­ri­nin fark­lı ol­du­ğu or­ta­ya kon­muş. Pro­po­lis ör­nek­le­ri­nin eta­nol ile eks­tre­le­ri ya­pıl­mış ve kan­ser hüc­re ör­ne­ği ola­rak da ra­him ağ­zı kan­se­ri hüc­re­le­ri kul­la­nıl­mış bu de­ney­de. Pro­po­li­sin he­men her çe­şi­di­nin bu kan­ser hüc­re­le­ri üze­rin­de hem üre­me­yi dur­du­ru­cu hem de öl­dü­rü­cü et­ki gös­ter­di­ği sap­tan­mış.

Bu ko­nu­da Tür­ki­ye­’de ya­pıl­mış ben­zer ça­lış­ma­lar da var, bun­lar­dan bi­ri Ma­ni­sa­’da Ce­lal Ba­yar Üni­ver­si­te­si His­to­lo­ji ve Em­bri­yo­lo­ji Bö­lü­mü­’n­de yü­rü­tü­len ve 2010 yı­lın­da dün­ya li­te­ra­tür­le­rin­de ya­yın­la­nan bir ça­lış­ma so­nu­cun­da pro­po­li­sin, me­me kan­se­ri hüc­re­le­rin­de an­ti-tü­mör et­ki­ye sa­hip ol­du­ğu­na ka­na­at ge­tir­miş­ler.

In­ter­na­ti­onal Jo­ur­nal of On­co­log­y’­de 2011 Ni­san sa­yı­sın­da ya­yın­la­nan çok ye­ni bir ça­lış­ma­da, pro­po­li­sin pros­tat kan­se­ri hüc­re­le­ri­ni in­ti­ha­ra zor­la­dı­ğın­dan bah­se­di­li­yor.

Pro­po­li­sin yal­nız­ca kan­se­re kar­şı de­ğil, kan­ser ön­ce­si lez­yon­la­ra kar­şı da ko­ru­yu­cu özel­li­ği ol­du­ğu­na da­ir bi­lim­sel ipuç­la­rı var. B­ra­zi­li­an Jo­ur­nal of Otor­hi­no­lary­ngo­log­y der­gi­si­nin 2011 Ocak sa­yı­sın­da bu kon­uda ya­pıl­mış bir hay­van de­ne­yi­ne de yer ve­ril­di.  Ça­lış­ma so­nu­cun­da pro­po­li­sin, kim­ya­sal ola­rak te­tik­le­nen kan­ser olu­şu­mu­na kar­şı önem­li de­re­ce­de bir ko­ru­ma oluş­tur­du­ğu sap­tan­mış.

4 Ekim 2015 Pazar

Hayat Dersi!



gözyaşları içinde dinledim.
Ali Denizci sen çok yaşa!
iyi ki varsın iyi kalpli insan..

2 Ekim 2015 Cuma

Uzay Araçları

Uydular 
Dünyanın yörüngesinde dönen, üzerlerinde özel alıcılar ve vericiler bulunan araçlardır. Uydular, roketler yardımızla ya da uzay mekikleriyle uzaya taşınır. Dünya’nın yörüngesinde, uzaktan algılama uyduları, haberleşme uyduları, GPS uyduları gibi farklı işlevlerde binlerce uydu bulunuyor.

Yörünge Araçları 
Başka gezegenlerin ya da gökcisimlerinin yörüngesine girip keşif yapmaları için gönderilen uzay araçlarıdır. Uzak gezegenlere varmaları bazen yıllar sürer. Üzerinde özel kameralar, alıcılar ve vericiler bulunur.

İniş Araçları 
Yörünge araçlarıyla birlikte, başka gezegenlerin keşfi için gönderilirler. Gezegenin yörüngesine girdikten sonra yörünge aracından ayrılarak o gezegene iniş yaparlar.

Yüzey Araçları 
İniş yapılan gezegenlerin yüzeyinde ilerleyerek veri toplayan robotlardır. Üzerlerinde çeşitli alıcılar ve vericiler bulunur.

Uzay Mekikleri 
Uzaya insan ve yük taşımada kullanılan araçlardır. Fırlatılarak uzaya gönderilirler, geri dönüşteyse özel bir piste iniş yaparlar. Dünya’yla uzay arasında birçok kez gidip gelebilirler. Kimi zaman mekiğin içine uzay laboratuarı denilen özel bir bölme yerleştirilir; burada deneyler yapılır.

Uzay istasyonları
 İçinde insanların yaşayabileceği ve çalışabileceği büyük uydulardır. İstasyon dünyanın yörüngesine yerleştirildikten sonra astronotlar burada kalarak deneyler ve araştırmalar yapar.

Sputnik 

Uzaya Gönderiliş Yılı : 1957
Ağırlığı : 84 kg
Uzay Ajansı : Eski SSCB Uzay Dairesi
Özellikleri : Sputnik 1, dünyanın ilk yapay uydusuydu. Görevi, atmosferle ilgili veriler toplayarak, bunları yeryüzüne göndermekti. Ancak, uydu yalnızca 21 gün boyunca sinyal gönderebildi.

Mariner 2 

Uzaya Gönderiliş Yılı : 1962
Ağırlığı : 203 kg
Uzay Ajansı : Nasa
Özellikleri : Venüs gezegeninin keşfi için uzaya gönderilen Mariner 2, başka bir gezegenin yakınında uçan ilk uzay aracı oldu. Venüs’ün atmosferi ve yüzeyi konusunda bilgiler topladı. Güneş rüzgarıyla ilgili ilk ölçümleri yaptı.

Apollo II iniş aracı 

Uzaya Gönderiliş Yılı : 1969
Ağırlığı : 5.900 kg
Uzay Ajansı : Nasa
Özellikleri : Apollo II seferi, insanlı bir uzay aracının Ay’a iniş yaptığı ilk sefer. Fırlatıldıktan dört gün sonra, bir astronot yörüngede beklerken, iki astronot bir kapsülle Ay’a iniş yaptı. Astronotlar Ay’da 22 saat kaldılar ve taş örnekleri topladılar.

Salyut 1 

Uzaya Gönderiliş Yılı : 1971
Ağırlığı : 18.500 kg
Uzay Ajansı : Eski SSCB Uzay Dairesi
Özellikleri : İlk uzay istasyonuydu. Uzunluğu 12 metre, maksimum genişliği 4,1 metreydi. Yapılış amacı, uzun süreli uzay uçuşlarının, insan bedenine etkilerini incelemek ve uzaydan Dünya’nın fotoğraflarını çekmekti.

Skaylab uzay istasyonu 

Uzaya Gönderiliş Yılı : 1973
Ağırlığı : 74.783 kg
Uzay Ajansı : Nasa
Özellikleri : İnsanların uzayda, ağırlıksız ortamda uzun süre de kalabileceklerini kanıtlamak için uzaya gönderildi. Altı yıl görev yaptı. Güneş ve yeryüzü kaynakları hakkında da veriler topladı.

Viking iniş aracı 

Uzaya Gönderiliş Yılı : 1975
Ağırlığı : 576 kg
Uzay Ajansı : Nasa
Özellikleri : Mars’ın keşfi için planlanan Viking seferlerinde, her biri birer yörünge aracı ve birer iniş aracından oluşan iki araç kullanıldı. Bu bir uzay aracının başka bir gezegeninin yüzeyine güvenli bir biçimde indiği ilk sefer oldu.

Voyager 

Uzaya Gönderiliş Yılı : 1977
Ağırlığı : 825 kg
Uzay Ajansı : Nasa
Özellikleri : Voyager 1 ve Voyager 2 adlı ikiz uzay araçları önce Jüpiter ve Satürn’ün yakınından geçtiler. Voyager 2, Uranüs ve Neptüne’de gitti. Şimdi her ikisi de Güneş sisteminin dışındaki gezegenlere doğru yol alıyorlar.

Ploneer 

Uzaya Gönderiliş Yılı : 1978
Ağırlığı : 517 kg
Uzay Ajansı : Nasa
Özellikleri : Bir büyük, üç küçük kapsül ve bir yörünge aracından oluşuyordu. 14 yıl Venüs’ün yörüngesinde kalarak gezegenin yüzeyi ve atmosferiyle ilgili ölçümler yaptı. 1992’de görevi sona erdi.

Uzay mekiği Discovery 

Uzaya Gönderiliş Yılı : 1984
Ağırlığı : 24.990 kg (yüküyle birlikte)
Uzay Ajansı : Nasa
Özellikleri : Sekiz kişilik bir uçuş ekibini taşıyabiliyor. Boyutları, Nasa’ya ait öteki mekiklerle aynı, Uluslar arası Uzay İstasyonu’nun yapımı gibi nedenlerle astronotları ve başka uzay araçlarını birçok kez uzaya taşıdı.

Glotto 

Uzaya Gönderiliş Yılı : 1985
Ağırlığı : 960 Kg.
Uzay Ajansı : Esa
Özellikleri : Halley kuyruklu yıldızının 1986 yılında Güneş’e en yakın konumdayken incelenmesi için uzaya gönderildi. Daha sonra, “GriggSkyjellerup” adlı başka bir kuyruklu yıldızın yakınından uçmak üzere yoluna devam etti.

Mir 

Yapımına başlama yılı : 1986
Ağırlığı : 135 ton
Uzay Ajansı : Eski SSCB Uzay Dairesi ve Rus Havacılk ve Uzay Ajansı
Özellikleri : 15 yıl boyunca yeryüzünden 390 kilometre yüksekteki yörüngesinde kaldı. Farklı ülkelerden birçok astronot, deneyler yapmak amacıyla istasyonda yaşadı.

Galileo 

Uzaya Gönderiliş Yılı : 1989
Ağırlığı : 2.223 Kg.
Uzay Ajansı : Nasa
Özellikleri : Jupiter’in keşfi için tasarlanmış bir yörünge aracıydı. Jüpiter’e 1995 yılında vardı. Gezegenin atmosferine çeşitli ölçümler yapan bir kapsül bıraktı. Hala Jüpiter ve uyduları hakkında bilgi topluyor.

Magellan 

Uzaya Gönderiliş Yılı : 1989
Ağırlığı : 1.035 Kg.
Uzay Ajansı : Nasa
Özellikleri : Dört yıl görev yaptı. Venüs’ün yüzeyinin ve çekim alanının haritalarını çıkardı. Bir uzay aracını yönlendirmek amacıyla, bir gezegenin atmosferinden yararlanılan özel manevra yöntemi ilk kez bur araçta denendi.

Navstar 

Uzaya Gönderiliş Yılı : 1990
Ağırlığı : 1.665 Kg.
Uzay Ajansı : ABD Hava Kuvvetleri
Özellikleri : Küresel Konumlandırma sistemi (GPS) uydularından biri. Yeryüzünün 20.000 km yukarısında bir ağ oluşturan bu uydular, yeryüzündeki GPS alıcıları yardımıyla herhangi bir yerin coğrafi konumunun belirlenmesini sağlar.

Hubble uzay teleskopu 

Uzaya Gönderiliş Yılı : 1990
Ağırlığı : 11.600 Kg.
Uzay Ajansı : Nasa ve Esa
Özellikleri : Astronotların Dünya’dan uzay mekikleriyle gelerek bakım yapabileceği biçimde tasarlanmış ilk uzay aracı. Hubble’in gözlemleri, araştırmacılara evrenin yapısı ve sınırları konusunda bilgi sağlıyor.

Topex / Poseidon 

Uzaya Gönderiliş Yılı : 1992
Ağırlığı : 2.500 Kg.
Uzay Ajansı : Nasa ve Fransa Ulusal Uzay Çalışmaları Merkezi
Özellikleri : Her on günde bir, yeryüzündeki denizlerin düzeyini ölçerek topladığı verileri Dünya’ya gönderiyor. Bu veriler, küresel hava tahminleri ve hava olaylarının izlenmesinde kullanılıyor.

Soho 

Uzaya Gönderiliş Yılı : 1995
Ağırlığı : 1.350 Kg.
Uzay Ajansı : Nasa ve Esa
Özellikleri : Güneş rüzgarları ve Güneş’in taç katmanını gözlemleyerek topladığı verileri Dünya’ya gönderiyor. Uzaya gönderildiğinde ömrünün altı yıl olacağı hesaplanmıştı; ancak hala görev yapıyor.

Sojourner yüzey aracı 

Uzaya Gönderiliş Yılı : 1996
Ağırlığı : 11 Kg.
Uzay Ajansı : Nasa
Özellikleri : Mars’ı keşfetmek amacıyla Mars Pathfinder görevinde kullanıldı. Gezegenin kuzey yarım küresindeki “Ares Vallis” olarak bilinen ve eski su baskınlarının izlerini taşıyan bir düzlüğü inceleyerek veri topladı.

Cassini-huygens 

Uzaya Gönderiliş Yılı : 1997
Ağırlığı : 5712 Kg.
Uzay Ajansı : Nasa, Esa ve İtalyan Uzay Ajansı
Özellikleri : Cassini, Satürn gezegeninin keşfi için uzaya gönderildi. Venüs’ü geride bıraktıktan sonra Jüpiter’in yakınından geçti. 2004 yılında Satürn’e varacak. Cassini’nin içinde, Huygens adlı bir iniş aracı bulunuyor.

Deep Space 1 

Uzaya Gönderiliş Yılı : 1998
Ağırlığı : 486 Kg.
Uzay Ajansı : Nasa
Özellikleri : Uzay araçları için geliştirilmiş yeni teknolojileri sınamak için uzaya gönderildi. Daha sonra görev süresi uzatıldı. 2001 yılında, Borelly kuyruklu yıldızının fotoğraflarını çektikten sonra görevi sona erdi.

Uluslar arası uzay istasyonu 

Yapıma başlanılan yıl : 1998
Ağırlığı : Tamamlandığında 460 ton olacak.
Uzay Ajansı : Nasa, Esa, Rusya, Japonya ve Kanada’nın uzay ajansları
Özellikleri : Görevli ülkelerin her biri, istasyonun belli teknik donanımlarının ya da parçalarının yapımından sorumlu. Astronotlar, şimdiden istasyonda çeşitli deneyler yapmaya başladılar.

Landsat 7 

Yapıma başlanılan yıl : 1999
Ağırlığı : 1.969 kg.
Uzay Ajansı : Nasa
Özellikleri : Uzaktan algılama yöntemiyle yeryüzündeki karaların ve kıyıların görüntülerini çekiyor. Bu veriler, ormanların azalması, buzulların küçülmesi, arazi kullanımı gibi konular üzerinde çalışan araştırmacılarca kullanılıyor.

Stardust 

Yapıma başlanılan yıl : 1999
Ağırlığı : 385 kg.
Uzay Ajansı : Nasa
Özellikleri : Stardust, Wild-2 adlı bir kuyruklu yıldıza doğru yol alıyor. Kuyruklu yıldızın çekirdeğini çevreleyen toz bulutunun içinden geçip bu maddelerden örnekler toplayarak Dünya’ya geri dönecek.

Cluster 

Yapıma başlanılan yıl : 2000
Ağırlığı : 1200 kg.
Uzay Ajansı : Esa
Özellikleri : Cluster’in görevi, Güneş’ten gelen parçacıklar ve bu parçacıkların Dünya’nın manyetik alanında neden olduğu değişimlerle ilgili veriler toplamak. Cluster, birbirinin eşi dört uzay aracından oluşuyor.

2001 Mars odyssey 

Yapıma başlanılan yıl : 2001
Ağırlığı : 758 kg.
Uzay Ajansı : Nasa
Özellikleri : Mars yüzeyinin yapısını incelemek üzere tasarlanmış bir yörünge aracı. Gezegende su ya da buz bulunup bulunmadığını ortaya çıkarabilecek veriler toplayacak. Radyasyon incelemeleri de yapacak.

Sivrisinekler Hakkında Yapılan İlginç Tespitler

1- İnsanlar sivrisineklerin kan kokusu aromasını sevdiklerini düşünürler. Fakat sivrisinekler sizin nefesinizle dışarıya verdiğiniz karbondioksit gazı nedeniyle düz bir çizgi izleyerek size ulaşır. Fiziksel aktiviteler ile yorulduğunuzda daha hızlı ve zor nefes alıp verirsiniz, terlersiniz ve bu nedenle sivrisinekleri daha çok kendinize çekersiniz.

2- Sivrisinek ısırıklarının suçlusu dişi sivrisinekler. Erkek sivrisinekler insan kanı içmez. Onlar tüm besinlerini bitki özlerinden karşılar. Dişi sivrisinekler ise yumurtalarının gelişimine yardımcı olması için insan kanında bulunan proteine ihtiyaçları var. İnsanın kanını emdikten sonra, dişi sivrisinekler 100 ile 400 arasında yumurta bırakabilirler.

3- Bilim adamları sivrisineklerin insanlarda en çok elleri ve özellikle kokulu ayakları ısırdığını tespit ettiler.

4- Sivrisinekler büyük bir karbondioksit kokusu aldıklarında oraya doğru uçarlar ve grubun merkezindekinden çok çevresindeki insanlara saldırırlar.

5- Sivrisinekler kalın, fazla boy atmış bitkileri sever. Daha karanlık ve rutubetli yerler sivrisinekler için daha korunaklıdır. Çimlerinizi düzenli biçerseniz, havuzunuza bakım yaparsanız ve çalılıklarınızı budarsanız sivrisinekler bahçenizden uzak durur.

6- İçinde Deet isimli bir madde bulunan sivrisinek kovucular sizi sineklerden uzak tutan güçlü ilaçlardan biridir. Bunun yanısıra limon okaliptus ve IR3535 isimli bileşenin etkisi Deet`ten biraz daha zayıf olmasına rağmen sivrisinekleri kovar.

7- Hamile kadınlar sivrisinekler açısından daha fazla risk altındadır. Çünkü vücutları daha fazla karbondioksit yayar ve karınlarında daha yüksek sıcaklık vardır. Bu nedenle sivrisinekler hamile kadınlara daha çok saldırır.
8- Karbondioksit yayan cihazlar sayesinde sivrisineklerden daha zekice kurtulabilirsiniz. Çünkü bu cihazlar sivrisinekleri kendilerine çekmek için karbondioksit yayar. Ultraviyole ışık yayan böcek tuzakları sivri sineklere karşı çok etkili değildir.

9- Gezmeyi çok seven birisiyseniz gideceğiniz bölgeleri araştırın, sivrisineklere karşı tedbir alın. Dünyanın bazı ülkelerindeki sivrisinekler taşıdıkları sıtma, sarı humma, Batı Nil Virüsü gibi tehlikeli hastalıkları ısırdıkları insanlara bulaştırabilirler.

10- Sivrisinekler koyu renk kıyafetleri açık renkli kıyafetlere oranla daha fazla tercih ederler. Üzerine konan sivrisineklerin ısırığından kurtulmak için dar kıyafet yerine bol ve uzun kollu giysiler tercih edin.

11- Bilim adamları dünya genelinde yaşayan insanların %20 sinin sivrisineklere daha çekici geldiğini belirlemişler. Aynı parmak izi gibi insan vücudu herkeste farklılık gösterir. Yapılan araştırmalara göre ‘’ 0 ‘’ kan gruplu insanların kanının sivrisineklere daha lezzetli geldiğini kanıtladı. Sivrisinekler kendilerine verilen yetenekle insanların kan gruplarını tespit edebiliyorlar. Bir bira içip yatan kişiyi bile sivrisinek ısırmasının daha fazla olduğu tespit edilmiştir. Sivrisinekler dolunaylarda, gün batımında ve şafak vaktinde normal zamanlardan 500 kat daha hareketli olur. Sinekleri çeken diğer önemli bir etmen ise ayak kokusudur.Ve sivrisinekleri en çok çeken renk siyah ve kırmızı en az çeken ise sarı renktir.

12- Sinekler steroid ya da yüksek kolesterole sahip insanlara saldırmaktan hoşlanıyor.

13- Mikroplardan son derece hoşlanan sivrisinekler ürik asitli ortamlarda gezinmekten ve terleyen insanlara sataşmaktan büyük keyif alıyor.

14- Terlerinde şekerimsi koku bileşeni barındıran insanlar ise sivrisinekler karşısında daha şanslı. Bu şekerimsi maddenin adı ise keton. Ketonu kendisine yaramayacak bir madde olarak düşünen asalak hayvanlar insanlardan daha farklı canlılara yöneldiklerini düşünüp, bireylerin kanlarını emmekten vazgeçiyormuş.

15- Çok spor yapan bireyler genel olarak laktik asit salgılar. Bu da sivrisinekleri çeken bir durumdur.




Endişe Bebekleri




Orta Amerika da Guatamela’da çocukların kendi yaptıkları endişe bebeklerinin bir efsanesi var. Bu efsaneye göre çocuklar, gece yatmadan önce bebeklerine endişelerini anlatıp bebekleri yastıklarının altına koyarlarsa, sabah tüm endişelerinden kurtulurlarmış. İşe yarar mı bilinmez ama denemekten de zarar gelmez.

Endişe bebekleri insanları rahatlatma amaçlı düşünülmüş. Bu oyuncak bebekler kağıttan ve kumaştan yapılıyor. Aşağıdaki görsellerde örneklerini görebilirsiniz.

8 Eylül 2015 Salı

Bhopal Faciası

Bhopal felaketi, 3 Aralık 1984 günü, ABD kökenli Union Carbide firmasının Hindistan’da Bhopal’de kurduğu böcek ilacı üreten fabrikadan 40 ton metil isosiyanat gazını dışarı atması 18.000 kişinin ölümüne, 150.000’den fazla insanın zehirlenmesine neden oldu.

3 Aralık 1984, gece yarısından hemen sonra ölüm aniden geldi. Hindistan’ın Bhopal bölgesindeki Union Carbide fabrikasının yüksek bir bacasından ince bir beyaz buhar dumanı çıkmaya başladı.

Duman, rüzgârla birlikte sise dönüştü. Yoğun sis tabakası, rüzgârla sürüklenerek ilerledi ve yolun diğer tarafındaki ara sokaklara girdi. Evler dip dibe, çok kötü yapılmış ve kapılarla pencereler son derece gevşekti. Uyananlar öksürmeye, gözleri ve ağızları yanmaya başladı.

Dar sokaklardaki kargaşada, ayak altında kalarak can verenler oldu. Bazıları krize girerek oracıkta öldü. Gaz ciğerlerini yırtarken nefes almaya çalışan birçoğu ise kendi vücut sıvılarında boğuldu.

Bhopal’de Amerikan “Union Carbide” şirketinin işlettiği tarım ilacı fabrikasında 3 Aralık 1984 gece yarısı 40 ton zehirli gaz dışarı sızdı. Felaketi izleyen ilk üç gün içinde 10 bin kişi öldü, toplam ölü sayısı 20 bini buldu. 100 bin kişi hâlâ  bu felaketin izlerini taşıyor ama “Union Carbide” bu süre içinde ne sorumluluğunu, ne de Hint mahkemelerinde yargılanmayı kabul etti.

Çernobil kadar bilinmese de Bhopal, Çernobil faciasından bile korkunç sonuçlara yol açmıştır. Bu olaydan sonra Bhopal doğal afet bölgesi ilan edildi. Greenpeace’in bölgede kazadan 20 yıl sonra yaptığı(2004) ölçümlerde bile normalin 6 milyon katı toksik madde bulundu.

Binlerce insanın ölümüne ve yüzbinlerce insanın sakatlanmasına yol açan facia sonrasında, Union Carbide firması bir “ticari sır” olduğu gerekçesiyle toksik maddenin adını bile açıklamaktan kaçındı. Bu durum, zehirlenenlere bir tanı konmasını imkânsız kılarken, hastanelerde ölümlerin artmasına yol açtı.

Birkaç yıl sonra açılan davada Union Carbide firması mağdurlara ve yakınlarına 470 milyon dolar tazminat ödemek zorunda kaldı. Ancak Hindistan devletine ödenen paranın çok azı gerçek mağdurlara dağıtılabildi. Bu miktar hayatta kalanlar tarafından paylaşıldığında, kişi başına 500 dolar civarı para düştü.

Union Carbide firmasını satın alan ve burada üretime devam eden Dow Chemical Company ise kazazedelerle iletişime bile girmeyi reddetmektedir.

Bu felaketin ardından açılan dava da ancak 7 Haziran 2010 tarihinde sonuçlandı. Felaketin sorumlusu olarak gösterilen Union Carbide firmasının üst düzey yöneticileri sadece 2 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Hapis cezasına çarptırılanlar hapis cezasına ek olarak 100,000 Hindistan rupisi (yani 1,400 İngiliz Sterlini) para cezasına da çarptırıldılar.

Bu davaya ek olarak Union Carbide’nin genel müdürü olan Warren Anderson hakkında açılmış ikinci bir dava da halen devam ediyor. Warren Anderson’un kaza olduğu tarihten beri ABD’de yaşadığı ve de Hindistan’a bir daha gelmediği belirtildi.

F. Scott Fitzgerald' ın Kızına verdiği tavsiyeler

Yirminci yüzyılın en büyük Amerikan yazarlarından kabul edilir.

1896’da Minnesota’da dünyaya geldi ve 1940 yılında geçirdiği ikinci kalp krizinin ardından, 44 yaşında hayatını kaybetti.
Muhteşem Gatsby, Benjamin Button’ın Tuhaf Hikayesi gibi çok bilinen ve filme de uyarlanan romanların yazarıdır kendisi.

Kızına hayatta neyi dert edip etmemesi gerektiğini son derece yalın bir dille anlatan Fitzgerald’ın kızına verdiği tavsiyeler, bugün bile hala geçerliliğini korumakta…

“Hayatta dert edilecek şeyler:

Cesaretli olmayı önemse.

Temiz olmayı önemse.

Verimli olmayı önemse.

Biniciliği önemse.

Hayatta dert edilmeyecek şeyler:

Çoğunluğun düşüncelerini önemseme.

Oyuncak bebeklerini önemseme.

Geçmişi önemseme.

Geleceği önemseme.

Büyümeyi önemseme.

Birinin senin hayatta önüne geçmesini önemseme.

Zaferi önemseme.

Başarısızlığı senin ciddi bir hatan sonucu olmadığı sürece önemseme.

Böcekleri genel olarak dert etme.

Ebeveynleri dert etme.

Erkekleri dert etme.

Hayal kırıklıklarını dert etme.

Keyif veren şeyleri takıntı haline getirme.

Seni tatmin eden şeylere çok kafayı takma.

Üzerine düşünmen gereken şeyler:

Hayatta neyi hedefliyorum?

Benle aynı zamanda yaşayan insanlara göre ben şu noktalarda ne kadar iyiyim ve uğraşıyorum:

a) Bilim

b) İnsanları gerçekten anlıyor muyum? Ve onlarla iyi geçinebiliyor muyum?

c) Vücudumu kullanışlı bir enstrüman gibi kullanıyor muyum? Yoksa onu ihmal mi ediyorum?”

Candan sevgilerle,

Babacık


Ömrünü Akıl Hastanesinde Geçirmiş Bir Kadın: Camille Claudel

“Ben hayatı seviyorum, aşkı, umudu. Ödülsüz olsalar da…”

Camille Claudel   

“Bir avuç toprağı yoğurmayı bile bilmeyenler. Duygusuz yavan insanlar. Bu benim ruhum en kutsal varlığım… Bunlar çalışma saatleri. Ruhumun yandığı saatler. Siz yiyip içerken, dalga geçerken, oburca tıkınırken, ben heykelimle yalnızdım.. ”

Camille Claudel

8 Aralık 1864 yılında doğan Fransız heykeltraş ve grafik sanatçısı. Auguste Rodin ile yaşadığı fırtınalı beraberliğin ardından ölünceye kadar akıl hastanesinde kapalı kaldı.

Küçüklüğünden beri taş ve çamurla oynama merakı, geleceğin yetenekli heykeltraşının kaderini de belirledi. Annesi hiç bir zaman kızının sanat aşkını onaylamasa da babası maddi manevi hep Camille’nin en büyük destekçisi oldu. Heykel eğitimi alması için 1881 yılında Paris‘e taşındılar ve Academie Colarossi’de heykeltraş Alfred Boucher’den ders almaya başladı. O tarihte kadınların, büyük sanat akademilerinde eğitim alması yasaktı, kız öğrenciler büyük sanatçıların özel atölyelerinde ders alıyordu. Rodin’le de tanışması böyle oldu. Bir grup genç kadın sanatçıyla birlikte Rodin’in atölyesindeki heykel derslerine katılmaya başladı (1883). Camille’nin üstün yeteneği ve etkileyici kişiliği onu diğer öğrencilerden ayırdı ve Rodin’in gözdesi ve ilham kaynağı bu genç kadın bir süre sonra sevgilisi ve en büyük rakibi olacaktı.

Camille’yle ilişkisi başladığında Rodin, Rose Beuret’le yirmi yıllık evliydi. Evliliği pek iyi gitmiyordu. Camille’yle olan yakınlaşması ikisi içinde bir dönüm noktası oldu. Birlikte bir çok işe imza attılar. Rodin bu tarihlerde büyük eseri”Cehennemin Kapıları”nı yaptı. Camille’in etkileri açıkça gözlenen eserin büyük çoğunluğunun Camille’ye ait olduğu rivayet edilir. ”Cehennemin Kapıları” ilk değildir tabi, Rodin sanatçının bir çok eserini sahiplenmiştir. Bu süre zarfında yeteneği Rodin’den çok daha üstün olmasına rağmen hep onun gölgesi altında kalmış olan Camille, bir de gayrimeşru birlikteliğinden hamile kaldı. Ama geçirdiği bir kaza sonucu bebeğini kaybetti ve bu büyük depresyonlarının da başlangıcı oldu. Böyle bir yaşam tarzının hoş karşılanmadığı o tarihlerde annesi Camille’yi reddetti ve Camille evden ayrılmak zorunda kaldı. Zaten annesiyle arasında küçüklüğünden beri, Camille’nin sanat aşkı yüzünden çatışmalar vardı. Böylece Rodin’le birlikte yaşamaya başlayan Camille, 1898 yılına kadar Rodin’le fırtınalı aşk ve sanat yaşamına devam etti. Bu aşk tutkulu olduğu kadar da yıpratıcı oldu Camille için.

Rodin’in kadınlara karşı olan kaba tavrı ve Camille’yi kendine en büyük rakip olarak görmesi, şiddetli kavgalara sebep oluyordu. En sonunda bir yol ayrımına gelen Camille, yoluna tek başına devam etme kararı aldı ve Rodin’i terk etti. Ama bu ayrılık Camille için oldukça acılı bir dönemin de başlangıcı oldu. Bu dönemde en büyük eserlerini verdi (”Vals”, “Clotho”, “Olgunluk Çağı”, “Kayıp Tanrı”, “Geveze kadınlar”, “Sakuntala”). 1903‘ün başında Salon d’Automne’da eserleri sergilendi. Ünlü sanat eleştirmeni Octave Mirbeau‘nun da dediği gibi ‘kadın bir dahiydi’. Eserleri büyük hayranlık topladı. Erken dönem işlerinde Rodin’in etkisi görülmektedir. Ancak Rodin’le ayrıldıktan sonra sanatı, daha özgür kalmış klasik heykelden uzaklaşarak Art Nouveau‘ya yaklaşmıştır. ”Olgunluk Çağı” isimli eserinde Rodin’le olan ayrılığınının tüm acılarını yansıtmış olan sanatçı ayrıca heykelde oniks materyalini ilk kullanan isimdir.

Dehası, heykellerinde duyguyu oldukça başarılı yansıtmasında kendini ele verir. Heykele ruh veren sanatçı olarak tanınan Camille için tüm kıskançlığına rağmen Rodin şöyle der;”Ona altını nerede bulacağını söyledim. Ama bulduğu altın kendi içindeydi".

Camille 1898’den sonraki döneminde, hem bir kadın sanatçı olarak yaşadığı yüzyılı, hem de özel hayatındaki sorunları göz önüne alındığında, pek çok bakımdan yalnız kaldı. En büyük destekçisi babasını kaybetti , ona büyük bir hayranlık besleyen erkek kardeşi de diplomat olduğu için Çin‘e yerleşti. Üstüne bir de karşılamakta zorlandığı maddi sorunlar eklenince Camille’in ruh sağlığı giderek bozulmaya başladı. 1906‘da bir gece geçirdiği sinir krizi sonucu bir çok eserini parçaladı. Bir süre sonra ciddi paranoya belirtileri gösterdiği ve akıl sağlığını kaybettiği gerekçesiyle ailesi tarafından, Rodin’in de desteğiyle bir hastaneye kapatıldı. Bir rivayete göre eserlerini ve fikirlerini çalmakla suçladığı Rodin, onu daha büyük bir yetenek olduğunu bildiği için ve kendisini geçmesini önlemek için hastaneye kapatmıştı. Hastanede heykel yapmasına bile izin vermiyorlardı. Oysa ki o, ölene kadar heykel yapmak istediğini söylemişti bir keresinde. Kardeşi Paul’a yazdığı mektupta hastanede oluşuyla ilgili şunları yazdı;

”Akıl hastanesi! Evim diyebileceğim bir yere sahip olma hakkım bile yok! Onların keyfine kalmış işim! Bu, kadının sömürülmesi, sanatçının ölesiye ezilmesi… Mahsus kaçırdılar beni, onlara tıkıldığım yerde fikir vereyim diye, yaratıcılıklarının ne kadar sınırlı olduğunu biliyorlar çünkü. Kurtların kemirdiği bir lahana gibiyim şimdi, yeni filizlenen her yaprağımı büyük bir oburlukla mideye indiriyorlar…

Bilmiyorum, kaç yıl oldu buraya kapatılalı, ama tüm hayatım boyunca ürettiğim eserlere sahip çıktıktan sonra şimdi de kendilerinin hak ettikleri hapishane hayatını bana yaşatıyorlar…

Bütün bunlar Rodin şeytanının başının altından çıkıyor, kafasında bir tek düşünce vardı zaten kendisi öldükten sonra benim sanatçı olarak atılım yapıp onu aşmam, bunu engellemek için de yaşarken olduğu gibi ölümünden sonra da ben hep mutsuz kalmalıydım… Her bakımdan başarıya ulaştı işte!

Bu esaretten çok sıkılıyorum…eve hiç dönemeyecek miyim, Paul?”


Akıl Hastanesinde Son Zamanları 


Rodin, kendisini hep beklemiş olan Rose’la ölümünden kısa bir süre önce “mükâfat” kabilinden evlendi… Rose 70 yaşından sonra “evlilik” mükâfatına kavuştu… Rose, evliliklerinden bir ay sonra, “Rodin’in karısı” olarak öldü. Auguste Rodin, Rose’un ölümünden 10 ay, devlete bağışladığı heykellerinin sergilendiği müzenin bir odasında kalmak için yaptığı başvurunun reddedilmesinden ise 1 ay sonra, 1917 yılında donarak öldü. 

Camille ise onun ölümünden sonra yaklaşık otuz yıl daha akıl hastanesinde hayatını sürdürdü. Heykel yapmasına doktorlar izin vermedi. Ailesi hastaneden taburcu edilmesini istemedi.

Yaşadığı sürece “hiçkimse” olmanın şahane imkanlarından yararlanamayan Camille, bir ölüye duyduğu nefretle, heykellerinden uzakta yaşadığı Neuilly-sur-Marne’daki Ville-Évrard hastanesinde, 19 Ekim 1943 yılında öldü, Monfavet Mezarlığı’na gömüldü. Cenazesine kimse katılmadı.

Rodin, Camille olmadan yaratmaya devam etti; Camille Rodin’siz, eserlerinin çoğunu sistemli bir şekilde parçaladı. Camille’in kadınlığı sanatının önüne geçmişti…

Hayat bir tesadüf durumu…
 Karşılaşırsınız, yakalarsınız, yaşarsınız ve zamanı geldiğinde biter… 
Ne zaman ne ile mücadele vermek gerektiğini bilmeli… 
Bitti mi bitmeli, gitti mi gitmeli… 

Hayatın satırbaşlarına takılan Camille, satır aralarındaki “bitir ve yürü” mesajlarını görmezden geldi. Kaybetmek ona göre değildi… Yas tutmayı seçmedi, hayatı istediği gibi eğip bükeceğini düşünürken kendini 37 yıllık bir yalnızlık içinde buldu. Hem de ne yalnızlık! Paris’siz, Rodin’siz, ailesiz ve heykelsiz…. Yazdığı mektuplarda Rodin’e olan özlemini nefretle, Paris’e duyduğu özlemi yalvararak anlattı…
Aklının iplerini hayata sıkıca bağlayamayan Claudel ölene dek şu sorunun cevabını aradı:

 “Bu kadar yalnız kalmak için ne yaptım?”

Eserlerinden Bazıları:


Priapizm

Adını Yunan Tanrısı Priapus' tan alan Peniste ereksiyon hali.

Cinsel uyarı olmaksızın sürekli oluşan, genellikle de ağrı ile birlikte ortaya çıkan ve 6 saate yakın penisin sertleşmesidir. Bu durum penise kan topladığı ve geri boşalamadığı ya da gidemediği zaman meydana gelir. Bu durum anında tedavi edilmediği taktirde korkunç ve kalıcı sertleşme problemlerine sebep olabilir.
Priapizm yaşları 5 ve 10 ile 20-50 yaş aralığındaki erkeklerde görülebilir.

Nedenleri;

  •  orak hücre hastalığı (  kan ile ilgili bir hastalıktır. Orak hücre hastalarında ise kanın kırmızı rengini veren hemoglogin maddesinin sağlıklı kişilere göre yapısı farklıdır. )
  • Lösemi
  • İlaçlar ( Viagra, Levitra vb. )
  • Çok fazla alkol
  • Omirilik yada genital  bölgeden yaralanma
  • Karadul ve Gezgin örümcek ısırığı
Belirtileri;
  • uzun zaman sertleşme olduğunda
  • uzun süren ereksiyon hali



29 Ağustos 2015 Cumartesi

Okyanuslardaki Sıcak ve Soğuk Su Akıntıları Hakkında Kısaca;

Sıcak su akıntıları, etkili oldukları bölgelerle ilişkili olarak özel isimler alır.
Örneğin; Kuzey Atlantik’te Körfez (Gulf Stream);
Kuzey Pasifik’te Kuroşivo;
Güney Atlantik’te Brezilya;
 Güney Pasifik’te Doğu Avustralya;
 Hint Okyanusu’nda Agulhas ve Mozambik.
Tüm bu akıntılar, genellikle dar, günde 40-120 km hızla yol alan ve düzgün uzanışlı akışlardır. Batı sınır akıntıları, genellikle okyanus yüzeyinden 1,000 m derinliğe kadar inen, en derin yüzey akıntılarıdır. Doğu sınır akıntıları, yüksek enlemlerden ekvatora doğru akan soğuk akıntılardır.
Özellikle Kuzey Yarımkürede, Kuzey Pasifik, Körfez ve Kuzey Atlantik akıntıları, orta enlem karalarının batı kıyılarında (Britanya Adalarındaki ve batı Avrupa’nın büyük bölümünde) ılıman ve nemli bir etki yaratır. Bu nedenlerle, Ocak ayı ortalama sıcaklık değerleri karşılaştırıldığında, aynı enlemlerde bulunan Londra, New York’tan daha sıcaktır.

Soğuk su akıntıları da, bulundukları bölgelere göre özel isimler alır.
Örneğin, Kuzey Atlantik’te Kanarya;
Kuzey Pasifik’te Kaliforniya;
Güney Atlantik’te Benguela;
Güney Pasifik’te Peru (Humboldt);
 Hint Okyanusu’nda Batı Avustralya.
Tüm bu akıntılar, genellikle geniş ve 3-7 km/gün hızla deniz yüzeyinde hareket eden (sığ) akışlardır.

Soğuk su akıntılarının en belirgin etkisi ise, yıl boyunca sıcak olan tropiklerde ya da yaz aylarında orta enlemlerde gözlemlenir. Örneğin, soğuk Kaliforniya akıntısının etkisi altındaki Güney Kaliforniya’nın subtropikal kıyısındaki yaz sıcaklıkları, ABD’nin aynı enlemlerdeki doğu kıyılarında kaydedilenlerden 6 °C daha soğuktur.


1816: Yaz mevsimi yaşanmayan yıl

1816 yılında Avrupa’da hiç yaz yaşanmamıştır. Bu yılın adı “A year without a summer” olarak adlandırılmış yani “Yaz olmayan yıl”.  Bir diğer adı da “Poverty” yani “Kıtlık” yılı olarak adlandırılmaktadır.

Peki neden yaz yaşanmamıştır? Bunun sebebi 1815 yılında patlayan Tombora yanardağının yoğun kül bırakmasıdır. Kül tabakası özellikle Avrupa’da yoğunlaşmıştır ve dünya sıcaklığını düşürmüştür. Aynı yıllarda güneşin etkisinin azalması da gerçekleşmiştir. Her iki etkinin birleşmesi ile dünya sıcaklığı 0.4 ile 0.7 derece azalmıştır.
Global sıcaklık için bu oldukça büyük bir rakam.

Tombora dağı Endonezya’da bulunan aktif volkanik dağdır. Bıraktığı küller tüm dünyayı kaplamıştır ve bir çok ekinin yok olmasına sebep vermiştir. O yıl 6 haziranda New York’a kar yağmıştır, Avrupa’nın bir çok ülkesinde kıtlık yaşanmıştır.

Yukarıdaki resimde o yıl ki ortalama yaz sıcaklığı gösterilmiştir. Avrupa'nın bazı bölgelerinde ortalama -3.5 derece olmuştur. En düşük sıcaklık -17 derece ölçülmüştü ki yaz ayı için inanılmaz bir sıcaklık. O yılda Türkiye’de yaz ortalama 0 derece olmuştur.


21 Ağustos 2015 Cuma

Doping

Bir sporcunun, fiziksel veya zihinsel performansını artırmak amacıyla, yasaklı kimyasal madde veya ajanları, çeşitli yöntemler kullanmak suretiyle vücuduna almasına doping denir.

İnsanlık tarihi ile eş zamanlıdır. İnsan oğlunun olduğu her yerde, bilinçli, bazen de biliçsiz olarak hep doping yapılmıştır. İlk yazılı kayıtlara M.Ö. 8'inci YY.'da rastlanmış olduğu söylenmektedir. Bu kayıtlarda, doping kelimesinin, Güney Afrika yerlilerinin geçimlerini sağlamak ve yiyecek ihtiyaçlarını gidermek için uzun süreli ava gitmeleri ve dans ederek yaptıkları dini ayinler sırasında dayanıklıklarını artırmak amacıyla kullandıkları alkollü bir içkiye verdikleri isim olan "DOPE" kelimesinden türediği tespiti yapıldığı söylenir. Performansı artırmak amacıyla kullanılan bu terim İngilizceye "doping" olarak geçmiştir.

Bu kavram, performans artırıcı kimyasal maddeler ve çeşitli yöntemler için kullanılmaya başlanmış ve bütün dünyada da kullanılan ortak isim haline gelmiştir.
İnsanın olduğu her yerde rekabet, yarışma, başkalarına üstünlük kurarak kendini kabul ettirme çabası gerçekten de çok yaygın davranış biçimleridir. İlkel topluluklarda var olan bu yarışma psikolojisi hiç değişmeden günümüze gelmiş ve modern toplumlardaki yerini de almıştır. Aradaki fark ise sadece kullanılan maddelerin evrilerek çoğalmasıdır. Kimyasallar, bu kimyasallardan elde edilen çeşitli ajanlar ve yeni yeni yöntemler icat edilmek suretiyle doping maddeleri vücuda alınmaya başlanmıştır.

Spor bir yarışma olduğuna göre, zaman, yoğun ve daha uzun antrenmanlar yapılması ihtiyacını da beraberinde getirmiştir. İşte bu yoğun antrenman tempolarına ayak uydurabilmek ve o yarışma ortamının dışında kalmamak duygusu, bazı sporcuları fiziksel ve zihinsel performansı üst düzeye çıkarabilmek amacıyla ilave olarak bazı performans artırıcı kimyasal maddeleri kullanmaya yöneltmiştir.


Zaman içerisinde bu maddelerin kullanımına, yeni performans artırıcı yöntemler de girmiştir. İşin ahlaki boyutu bazı sporcular tarafından düşünülmemiştir. Sporun olmazsa olmazı olan dürüstlük, rakibe saygı ve eşit şartlarda yarışma anlayışı hiçe sayılarak bu maddeler alınmıştır. Bazen sporcunun kendisi bunu yapmış, bazen ise birilerinin teşviki sonucu bu yöntemleri uygulamıştır. Bu maddelerin yan tesirleri ve ileride yaratacağı sorunlar yok sayılmış, sporcu bazen farkında olarak, bazen ise farkında bile olmadan bu maddeleri kullanmıştır. Sonucunda ise, istenmeyen çok özücü olaylar arka arkaya bazen yarışmalar sırasında, bazende yarışmalar sonrasında meydana gelmiştir.

Sporcuların sağlıklarını korumak ve eşit ortamlarda yarışmalarını sağlamak amacıyla Uluslar arası Olimpiyat Komitesi (IOC), Uluslar arası Spor Federasyonları (IF) ve Dünya Anti Doping Ajansı (WADA) alınan bu kimyasal maddeleri ve yöntemleri tespit ederek DOPİNG olarak kabul edip, kullanımını kesinlikle yasaklamıştır. 1980 yılından beri düzenli olarak her yıl için Doping sayılan yasaklı maddeler ve yöntemler listeler haline yayınlanmaktadır. Ayrıca yarışmalar sırasında ve bu yarışmaların dışında düzenli doping kontrolleri yaparak sporcu suistimallerinin önlenmesine çalışılmaktadır. Kullananlar tespit edildiğinde ise ağır cezai müeyyideler uygulanmaktadır.
Ancak günümüzde teknolojinin çok hızlı gelişmesi, tıp (Medikal Teknoloji) alanında da kendini göstermiş, gen tespiti çalışmalarında müthiş bir sıçrama yaparak İNSAN GENOM projesi kapsamında bir çok hastalığa sebep olan genlerin bulunmasını sağlamış ve GEN TERAPİSİ yoluyla bu hastalıkların tedavi edilebilme şanşı doğmuştur. Genetik moleküler biyoloji ve tıp alanındaki hızlı gelişmelere paralel olarak tespit edilen tedavilerin bir kısmı performans artırıcı etkiler de göstermiştir. Bu bilgiler bilinçli bir şekilde bazı kişiler tarafından belki de bir takım menfaatler karşılığında sporculara veya yönetici ve teknik ekiplere aktarılmıştır. Böylece bu konuda da sporcu suistimalleri başlamıştır.

Gen teknolojisi ile ilgili konular üzerinde halen etik anlamda tartışmalar yaşanmaktadır. Tam da bu sırada gen terapisinin doping olarak da kullanabilirliği etik tartışmaları yaygınlaşmıştır. Yakın zamanda WADA, bu tür Gen Terapisi yöntemi kullanmayı da Doping sayarak yasaklamıştır.

Spor ahlakı çerçevesinde sporcuların performanslarını doğal yollardan, yani antrenman, teknik ve yöntemleriyle artırarak geliştirmeleri gerekmektedir. Bu yola ilave olarak performans artırıcı yasaklı kimyasal madeler veya yöntemler kullanılması, eşit yarışma şartları ve ortamını ortadan kaldırdığı için etik bulunmamaktadır. Bu yüzden bu maddelerin ve yöntemlerin kullanılması kesinlikle yasaktır.

Sporun yapılış amacı temel gerekçesi, böylece ifade edilerek, "Doping spor ruhunun özüne aykırıdır." prensibi temel olarak benimsenmiştir.

El Niño

El Niño Güney Salınımları, küresel bir okyanus-atmosfer olayıdır. El Niño ve La Niña, Doğu Büyük Okyanus yüzey sularının sıcaklığındaki büyük salınımlar ve bunların yol açtığı atmosferik olayların genel adı olarak kullanılmaktadır. İsimler İspanyolca "oğlan çocuğu" veya "velet" ve "küçük kız" anlamına gelmektedir. "Çocuk", İsa'yı simgelemektedir, çünkü El Niño Güney Amerika'nın batı kıyılarında Noel zamanında etkili olur.


Pasifik Okyanusu’ndaki akıntılar ve oralarda esen rüzgarların normaldeki vaziyeti. Doğudan batıya doğru esen alize rüzgarları (trade winds), güneşin ısıttığı yüzey sularını batıya doğru sürüklüyor. O suların boşalttığı yeri, okyanusun Güney Amerika tarafından taşınan su işgal ediyor. Denizin dibinden, ‘yükselme’ (upwelling) ile çıkan ve güneş görmediği için daha soğuk olan bu su, Peru Akıntısı (Peruvian current) ile batıya yayılıyor. Tropikal Pasifik’te sular gerçekten de batıya sürükleniyor, Avustralya tarafında deniz seviyesi daha yüksek.

Henüz tam olarak açıklanamayan sebep ya da sebeplerden ötürü, birkaç (2-7) yılda bir, Pasifik Okyanusu’nun tropikal bölgesinde (yukarıya bakın) doğudan batıya doğru esmesi gereken alize rüzgarları (trade winds) zayıflıyor. Tropikal güneşin ısıttığı, normalde bu rüzgarlarla batıya sürüklenen ve yerlerini dipten çıkan soğuk sulara bırakan sıcak yüzey suları; rüzgar kesilince hareket edemez oluyorlar, yerlerinde kalıyorlar. Yani aşağıdaki şemada ‘Trade Winds’i kaldırıyorsunuz ve mekanizma çökmüş oluyor. Her şey duruyor.


Sol taraf (batı) Avustralya tarafı, sağ taraf (doğu) Güney Amerika tarafı. Normal vaziyet. Alize rüzgarları (Trade Winds) yüzeyin ılık sularını batıya sürüklüyor, sürüklenen suların yerini dipten gelen (upwelling) soğuk su alıyor.

Şemada ‘upwelling’ diye gösterilen ‘dipten soğuk su çıkması’ olayı da gerçekleşmeyince, sıcak su yüzeyde birikmeye başlıyor. İşte bunun sonucu dramatik. Devasa bir alanı kaplayan normalden sıcak sular (aşağıda), o alanın yakınındaki yerlerin havasını doğrudan ve bariz biçimde, daha uzak yerleri de dolaylı olarak etkiliyor. Şunun gibi düşünün: Allah korusun bir yerde nükleer reaktör patlasa, en çok yakın çevre etkilenir, biraz daha uzak yerler daha az etkilenir; en uzaktaki yerlerse rüzgarın durumuna ve öteki etkenlere bağlı olarak, belki etkilenir.

Kötü Yara İzleri; Hipertrofik Skar – Keloid

Skar; cilt yaralanmasından sonra veya  ameliyatlarda cildin kesilmesinden sonra oluşan fibröz dokudur. Cildin iyileşmesi neticesinde oluşan fizyolojik bir oluşumdur. Bazen çok az belli olacak kadar olmasına rağmen bazen çok belirgin görülebilecek hatta kabarıklık oluşturabilecek kadar belirgin yara iyileşmeleri olabilir. Skar Türkçe'de yara izi olarak adlandırılır ancak yaraların çoğuna dikiş atıldığı için yaygın olarak dikiş izi terimi de kullanılmaktadır, ancak dikiş olsun veya olmasın her yara iyileşmesinde mutlaka az veya çok iz meydana gelir. Yara izi (dikiş izi) oluşmasında rol alan bazı etkenler vardır. Bunlar içerisinde en önemli faktör genetik faktördür. Çünkü aynı cerrah tarafından aynı büyüklükte, aynı aletlerle, tıpatıp aynı şekilde yapılan kesilerin sonucunda farklı kişilerde çok farklı yara izleri oluşabilmektedir.
Skar dokusu aslında sadece cilt değil vücuttaki farklı dokularda da oluşan yara sonrası iyileşme sürecinde oluşan bir biyolojik süreçtir. Skar oluşum sürecinde eğer kollojen dokusu çok fazla sentezlenirse ciltten bariz kabarık ve kırmızı renkte oluşan skara "hipertrofik skar" denir. Bunların daha belirgin ve tümöral kitle şeklinde oluşanlarına "keloid" denir, genellikle siyah cilt rengine sahip kişilerde meydana gelir. Ameliyat sonrası bu kadar çok belirgin yara izi oluşmuşsa bu durumda estetik cerrahi müdahale ile düzeltme yapılabilmektedir.


Daha belirgin bir tanımlamayla açıklamak gerekirse;

Hipertrofik Skar ; Bazı yara ( dikiş ) izleri büyüme eğilimi gösterir, fakat yara sınırlarını aşmazlar. Hipertrofik skar denilen bu yaralar keloidlerin tersine zamanla küçülme eğilimindedirler ve çevre dokulara yayılmazlar. Keloidler basit cilt iltihapları sonrası, yanık sonrası, piercing sonrası da görülebilirler.

Keloid; dokunun yana doğru büyümesini tarifleyen Yunanca yengeç pençesi anlamında ‘cheloide’ kelimesinden türetilmiştir; Keloid, bir travma (cerrahi kesi, kaza, yanık) sonrası ya da kendiliğinden (enfeksiyon, abse) oluşan yaraların iyileşme safhasının abartılı olması ve yaranın orijinal sınırlarını aşması ile oluşan patolojik bir yara iyileşme şeklidir. Keloid doku düzensiz sınırlı, pembe veya daha koyu renkli, parlak, deriden kabarık, kaşıntılı, rahatsızlık veren, dokununca hassas olabilen lezyonlardır. Keloidler büyüme eğilimindedirler, karnabahar benzeri görünüm alabilirler, ne zaman duracaklarını bilmezler.
Keloid gelişen insanların çoğu 10-30 yaş arası beyaz tenli olmayan bayanlardır. Yaşlılarda daha az izlenmesine rağmen her yaş, cinsiyet ve cilt rengine sahip insanlarda oluşabilir. Bazı insanlarda genetik olarak yara iyileşmesi sırasında keloid oluşumuna meyil bulunmaktadır.

13 Ağustos 2015 Perşembe

Gözleri

Yeryüzünün bütün renklerini gözlerinde gördüm ve gözlerimden başladın içime girmeye
Bir çığlık, bir soluk, bir nehrin aniden kendini doğurması senin ellerin

Çölden geldim biliyorum ben suyun kıymetini
Saklı yerlerimde
Göğsümde süt gibi biliyorum

Kimin elleriyse bu
Tutan bırakmayan
Bir ad bulsun bana
Yoğurup şekil verdiği bu çamura yeni bir ad

Bu ormana kavuşmuş olmak
Ormanın hızlanması sonra
İçinde ne varsa!
Vahşi hayvanları, gövdemde yosunları,
sessizce gezen leoparları, duran, bekleyen, uçamayan sesimin kuşlarını
Bir göz darbesiyle
Hayata döndürdün

Bir rüya
Bir amin
Bir teşekkür

Sensin kollarındayken beni yaratan allah
O eski güzel gemi salınan akşam ezanlarında
Dua sensin!

Mohs Sertlik Cetveli

Mohs sertlik skalası bir mineralin sertliğini ifade eder.

Yeryüzünde bulunan kayaçların (minerallerin) sertlik değerlerini ve derecelerini gösteren bir ölçüm kriteridir.

Minerallerin sertliği Avusturyalı mineralog Friedrich Mohs tarafından 1812 de ortaya konulmuştur.

Mineralin üzerine etki yapan basınçlara, kuvvetlere karşı gösterdiği dayanma ölçüsünü derecelendirir. Sertlik mineralin kimyasal yapısı, aralarında kurdukları bağlarla alakalıdır. Bağlar ne kadar fazla ve sıkı ise o mineral daha serttir.
Mineralin üzerine etki yapan basınçlara, kuvvetlere karşı gösterdiği dayanma ölçüsünü derecelendirir. Sertlik mineralin kimyasal yapısı, aralarında kurdukları bağlarla alakalıdır. Bağlar ne kadar fazla ve sıkı ise o mineral daha serttir.
Mohs Sertlik Cetveli’ne göre kayaçlar sertlik derecelerine göre yumuşaktan serte doğru sıralanırlar. En yumaşak derece olarak 1, en sert derece olarak da 10 değeri kullanılır.